İspat hakkını açıklarken, maddi hukuktan kaynaklanan ispat yükü kuralıyla olan ilişkisi üzerinde durmak önemlidir. Bu bağlamda, ispat hakkının maddi hukuk kurallarından bağımsız bir niteliğe sahip olup olmadığını değerlendirmeliyiz. Bu değerlendirme, ispat hakkının hukuki niteliğini belirlememize yardımcı olacaktır.
İspat, bir iddianın doğruluğunu kanıtlamak için gerekli olan nedensellik zincirinin sunulmasıdır. Bu tanım, hukuki bağlamda da geçerlidir. Yargılama sürecinde, ispat hâkimin bir vakıanın gerçekliği hakkında ikna olmasını sağlar. Ancak, yargısal anlamda ispat faaliyeti tartışılırken, genellikle ispat yükü kavramı öne çıkar. İspat yüküne ilişkin kurallar, bir iddianın ispat edilmemesi durumunda hangi tarafın sonuçlara katlanacağını veya ispat araçlarının kim tarafından sunulacağını belirler. Bu da ispat hakkının nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olur. Ancak, ispat faaliyetini sadece ispat yüküne odaklanarak ele almak, konuyu yalnızca bir boyuta indirgeme eğilimindedir. İspat hakkını ele alan bazı yazarlar ise bu noktadan yola çıkarak ispat yükü kuralının aslında ispat hakkının da temelini oluşturduğunu dile getirmişlerdir: Bu bakış açısına göre, ispat hakkı, esasen maddi hukuktaki ispat yükü kuralına dayanmaktadır. Bu çerçevede, ispat yükü kuralı, ispat hakkını da içermekte olup, ispat yükünü taşıyan taraf, ileri sürülen iddiayı ispat etme hakkına sahiptir. Bu görüş sahipleri, karşı ispat hakkının da, ispat yüküne ilişkin genel kuraldan kaynaklandığını belirtmektedirler. Gerçekten de, yargılama sürecinde bir vakıanın ispatını üstlenen tarafın, o vakıayı ispat etme konusunda doğal olarak bir menfaati bulunmaktadır. Bu bağlamda, ispat yükünü taşıyan tarafın aynı zamanda bu vakıayı ispat hakkına sahip olması, doğal bir sonuç olarak görülmektedir.
Şu önemli hususu göz ardı etmemek gerekir: İspat yüküne bağlı olan belirsizlik riski, aslen maddi hukuka aittir ve temelde usul hukukuna değil. Atalay'ın açıkladığı gibi, bu kurallar özel hukuka dahil olan ve belirli şartlara bağlı olarak hukuki sonuçların ortaya çıkmasını sağlayan maddi hukuk normlarından başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, ispat yükü, aslında usule değil, temelde esasa ilişkin bir konudur. Ancak, bir tarafın ispat hakkını kullanabilmesi için, maddi hukuktan kaynaklanan belirsizlik riskini, yani objektif ispat yükünü üzerinde taşıması gerekmez. Ayrıca, ispat hakkının delil sunma yüküyle olan ilişkisi de önemlidir. Genel olarak, delil sunma yükü olarak adlandırılan sübjektif ispat yükünün, objektif ispat yükünü taşıyan taraf yerine, karşı taraf üzerinde de olabileceğini görmekteyiz. Bu durumda, delil sunma yükünü üzerinde taşıyan taraf, buna ilişkin ispat hakkına sahip olacaktır.
Delil sunma yükü, yargılamanın tarafları arasında değişebilir. Bu nedenle, sahip olunan ispat hakkının dayanağını, belirsizlik riskini kimin taşıdığına ilişkin olarak maddi hukukta değil, aslında usul hukukunda bulmamız gerekir. İspat hakkından faydalanabilme koşulu, ispat faaliyetinde kullanılacak delillerin (ispat araçları) uygunluğu kadar, ispatın konusunu oluşturan vakıaların da dikkate alınması gerektiğidir. Yani, bir delilin sunulması veya elde edilmesi için, bu delilin uyuşmazlık konusu vakıa ile uyumlu, elverişli ve doğru bir şekilde kullanılabilir olması şarttır.
Kanunda belirtilen bu süreler, esas hakkındaki yargılama sürecinde dikkate alınmalıdır. Zaman açısından, bir ispat aracına, özellikle delil tespiti çerçevesinde esas hakkındaki yargılamadan önce de ihtiyaç duyulabilir. Kanunda belirtilen usul bakımından, iki önemli noktanın anlaşılması gerekmektedir. İlk olarak, ihtiyaç duyulan ispat aracının ikamesi için gerekli şartların yerine getirilmesi gerekmektedir. İkincisi ise, bu delillerin HMK'nın 189. maddesinde açıkça belirtilen çerçevede kabul edilebilir olmasıdır.
NOT: Yazımız konunun genel hatları ile işlenmesinden ibaret olup her türlü durum kendine has hukuki değerlendirme gerektireceğinden, kendi durumunuz ve sorularınız için bir avukata danışmanızı tavsiye ederiz.