Geçen hafta birkaç günlüğüne İstanbul’u gezme ve gözlemleme fırsatı yakaladım, bir kez daha. Bu mütevazı gezinin benim açımdan önemli detayı, Atakan Yavuz’la tanışma fırsatı idi. Birkaç sayfa ilerideki Kültür Atlası’nda ‘Düşünceye Saygı’ köşemde ana hatlarıyla değindim sohbetimiz bana önemli bilgiler, anekdotlar kazandırdı.
ESNAFI DA TURİZMİ DE KURTARDILAR
İstanbul’un oldukça kalabalık olduğunu söylememe gerek yok sanırım; her yer dolu, mekânlarda oturacak yer yok, kelimenin tam anlamıyla iğne atsan yere düşmeyecek bir hâl.
Kalabalıkta ilk dikkatimi çeken durum, Batılı turistlerin azlığı oldu. Daha çok İranlılar başta, Arap turistler vardı. Allah’tan onlar var, esnafın da turizmimizin de yüzünü güldürdüler. Bakmayın siz ‘Araplar da Araplar’ diye tutturan ama Batılılar sözkonusu olunca hiçbir şeyleri göze batmayan cellâdına aşık şaşkınlara.
İranlılar iyi para harcıyorlar. Sonuçta esnafımız da ülkemiz de kazanıyor. Daha önce Taksim’de tek şubesi olan tatlıcı Hafız Mustafa’nın İstiklâl Caddesine dört beş şube açmasından anlayın durumu. Onlar da bu fırsatı iyi değerlendiriyorlar doğrusu; dinî ve tarihî motif ve kıyafetlerle, göze ve mideye hoş gelen vitrin ambiyanslarıyla. Kasada kuyruk, masalarda oturma sırası; çılgınca alışveriş ediyor Arap turistler. Bir başka tatlıcı Karaköy Güllüoğlu da aynı durumdaydı. Burada eski ilgi ve titizliğin olmadığını belirtmeliyim. Kalabalık mazeret olmamalı; Karaköy Güllüoğlu ben bildim bileli hep kalabalık, hep sıra var. Akla başka şeyler geliyor. Meselâ İranlı turistler, diğer turistler gibi değiller benim gördüğüm kadarıyla: Bağıra bağıra konuşuyorlar, oturma şekilleri, hal ve hareketleri bir başka türlü, gözler fıldır fıldır.
Bu keşmekeş içinde Türk Ocağında Ziya Gökalp ve diğer büyüklerimizin ebedi istirahatgâhları eşliğinde sakin ve huzur veren ortamı adeta soluk aldırıyor, tam bir kaçış rampası burası.
AH METRO!
İstanbul’a her gidişimde metro beni hayıflandırır. Uçtan uca, hiçbir yere takılmadan rahat bir yolculuk; kalabalığı hariç canım! Gezerken bir yandan da çok eleştirilen İstanbul’daki hizmet aksaklıklarını yokladı gözüm, lâkin doğrusunu söylemek gerekirse ben pek bir olumsuzluk göremedim. Tabi bu profesyonel ve geniş çaplı bir gözlem değil. Halkın ne derece memnun olduğunu, kısa bir zaman zarfında göreceğiz.
İstanbul’u öyle birkaç günde veya birkaç haftada tam mânâsıyla gezmenin imkân dahilinde olmadığını hepimiz biliyoruz. İyi bir ön araştırma yaparak ve bilgi edinerek gezmek en doğrusu. Süleymaniye, Sultanahmet (epeydir bakımda), Ortaköy vs. camileri başta olmak üzere vb. kutsal mekânlar, Çamlıca tepesi, Galata kulesi, Yerebatan Sarnıcı, Dolmabahçe ve Topkapı sarayları, Gülhane Parkı, Mısır Çarşısı, İstiklâl Caddesi, Pierre Loti Tepesi, Emirgân Korusu, Nişantaşı, Bebek, Balat, Caddebostan ve Moda sahilleri vd. ilk aklıma geliveren, mutlaka gezilmesi gereken yerler. Durumunuza göre ve öncelikler listenizi belirleyerek plânlı bir gezi şart, anlayacağınız.
TEŞHİR AŞKI
İstanbul gezmekle bitmez, yazmayla da. Son cümlelerimi yazarak nihayetlendireyim köşemi. İslâm odaklı sosyolojik değerlendirmelerde epeydir bir yanlış tarafların hegomanyası hakim. İslâmın İ’sinden bahsederken daha; gericilikle, çağdışılıkla, yobazlıkla bezeli çemkirmeler var. Bir şekilde içi boşaltılmış, etkisi yok edilmeye çalışılıyor bu İslâm minvaldeki tespitlerin. Söyleyen çekingenken sözde uygarlarımız(!) ağızlarını yaya yaya ahkâm kesiyorlar, yargı dağıtıyorlar.
Kim ne düşünürse düşünsün, hiç mühim değil, ben yazacağım, yazmaya da devam edeceğim.. Yakın zamanda Nurseli İdiz’in de vurguladığı gibi kadınların ekserisinin giyim ve tutumlarından son derece rahatsız oldum bu kez. Bu işin sonu nereye varır bilmem. Bu nasıl bir teşhir aşkı, onu da bilmem/anlamam. Üstelik yanlarında kocaları ve/veya anne babaları, çocukları var bazılarının. İki cihanın güneşi ne diyor; “Utanmıyorsan, dilediğini yap!”