Bugün medeniyeti betonun çokluğu, yolların genişliği, kulelerin yüksekliğiyle tanımlar olduk. Oysa bir zamanlar medeniyet, sesini taşta, ahlâkta ve suskunlukta bulurdu. Kadim medeniyet tasavvuru; insanın, mekânın ve zamanın birlikte terbiye edildiği zarif bir düşünce biçimiydi.
Taşa Nakşedilen Zihin
Kadim medeniyetler, şehirlerini sadece mühendislik bilgisiyle değil, anlamla inşa ederdi. Taşın, ahşabın, suyun dili vardı. Bir kubbe yalnızca akustiğe göre değil; göğe yükselen bir niyetle yükselirdi. Estetik, işlevin ötesinde bir terbiyeye dönüşmüştü. Çünkü şehir dediğimiz şey, insanı sadece barındıran değil; onu dönüştüren bir ruha sahip olmalıydı.
Şehir, İnsanın Aynasıdır
Eskiler, bir şehri anlatırken onun sokaklarını değil, ahlâkını tarif ederdi. Çünkü şehir, yaşayan insanın iç dünyasının dışa yansımasıydı. Dar sokaklar hayaya işaret eder, avlular içe dönüklüğü öğretirdi. Camiler, çarşılar, mektepler… Bunlar sadece işlevsel alanlar değil, insanın iç terbiyesinin mecralarıydı. Şehir insanı biçimlendirirdi; çünkü mimari aynı zamanda bir pedagojiydi.
Bilginin Hikmete Dönüşmesi
Kadim medrese anlayışında bilgi, kalbin süzgecinden geçmeden kemale ermiş sayılmazdı. Ezber değil, idrak makbuldü. Hocaya soru sorulmadan önce edeple oturulurdu. Çünkü bilgi, taşıyana sorumluluk yüklerdi. Bugün çok şey biliyoruz ama az şey anlıyoruz. Oysa geçmiş, bilgiyi hikmete dönüştürebildiği için bir medeniyet inşa edebildi.
Ahilik: Çarşıda Ahlâk, Tezgâhta Hikmet
Bugünün soğuk ticaret dünyasında unutulmuş bir kavram var: Ahilik. Bir esnaf, sadece ürün satmaz; güven, kalite, ölçü, söz, dua da sunardı. Kârın bile bir sınırı vardı, zira helal kazanç her şeyden önce gelirdi. Pazar, bir paylaşım yeriydi; sadece mal değil, niyet de tartılırdı. Bugün aradığımız “güvenli alışveriş”in, asırlar öncesinden gelen köklü bir karşılığı vardı: Helâl ve hakkaniyet.
Sessizliğin Medeniyeti
Kadim medeniyet bağırmazdı. Ne insanı bağırırdı ne yapıları. Sessizlik, derinlikti. Gürültü, sathîliğin habercisiydi. Bu yüzden cami avluları, dergâh kapıları, çeşme başları sessizdi; ama bu sessizlikle çok şey anlatılırdı. Bugün ise ses var ama söz yok. Görüntü var ama derinlik yok. Belki de unuttuğumuz, sessizliğin içindeki anlamdı.
Medeniyet, Yalnızca Yapmak Değil; Olmaktır
Şehir kurmak kolay, ama medeniyet kurmak çetin bir iştir. Çünkü şehir bir beden ise, medeniyet onun ruhudur. Ve her ruh gibi, dikkat ister, emek ister, sabır ister. Bugün yükselen binalara rağmen büyümeyen insanımız varsa, belki de eksik olan sadece yapı değil, “olma” hâlidir. Kadim olan bize hâlâ fısıldıyor: Medeniyet, insanı yaşat ki şehir yaşasın.
Zamanın Ruhu, Ruhu Zamanlayan Medeniyet
Modern insan zamanı kovalar, kadim insan zamanı anlar. Aradaki fark sadece saatlerin ilerleyişinde değil; zihnin, kalbin ve ruhun zamanı karşılayış biçimindedir. Kadim medeniyet tasavvurunda zaman, mekan gibi kutsaldı. Acele edilmezdi çünkü her şeyin bir vakti, her vaktin bir hikmeti vardı.
“Vakit, nakittir” denmezdi mesela… Çünkü nakit, tüketilir. Oysa vakit, yaşanır. Her an, insanın kendini tanıması için bir fırsattı. Kadim zaman tasavvurunda ise gün, sadece gün değildi; insanın biricik ömrünün bir parçasıydı.
Işık ve Gölgenin Medeniyeti
Kadim mimari sadece taşla değil, ışıkla da düşünülürdü. Bir mescidin penceresi nereye bakarsa, içeri giren ışığın zamanı ve yönü hesaba katılırdı. Güneşin gelişine göre değişen aydınlık, insanın ruh hâline eşlik ederdi. Mekânlar göz kamaştırmazdı; göz dinlendirirdi. Gölge, ışığın yokluğu değil; derinliğin ta kendisiydi.
Mezarın Sessiz Dili: Ölümü Hatırlatan Medeniyet
Kadim medeniyet ölümü uzaklaştırmaz, hatırlatırdı. Çünkü ölüm, hayatı yücelten bir öğüttü. Mezar taşları, sadece bir ismi ve tarihi taşımazdı; ardında bir duruş, bir öğüt, bir dua barındırırdı. Birçok şehirde mezarlar cami avlularında ya da medrese duvarlarının gölgesindeydi. Çünkü ölüm, hayattan soyutlanmaz; hayatın tam içindeydi.
Yolculuk: Hicretin İzinde Bir Medeniyet Kültürü
Yolculuk, sadece bir yerden bir yere gitmek değildi. Hicretin izinde bir arınma, bir dönüşüm, bir öğrenişti. Yolda karşılaşılan her kişi, her durak bir sınavdı. Bu yüzden kadim kültürde yolcunun hakkı vardı; ona yer açılır, ikram edilirdi. Çünkü her yolcu bir “misafir”di; bazen de bilinmezliğin elçisiydi.
“İnsanın her yaptığı şey, inancının tam bir tezahürüdür. Dolayısıyla kültür, çağların en üst ifadeleri bu dönemlere has inançlarda, çağın dininde, ahlâk ve sanatında, yaşama biçiminde ortaya çıkar.”
Turgut Cansever
“Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder”