Kaldım duman içi dağlarda diye hoş bir türkümüz vardı ya hani… Bizde o güzel türkünün mısraları misali kalmıştık duman içi dağlarda.
Hem kalmış hem fena efkârlanmıştık…
Duman olmuştuk…
Sonra bir türkü düşmez olmuştu dilimizden…
“Duman-duman üstüne” diye…
Ortalık kör dumandı…
İs vardı, sis vardı…
Göz gözü görmüyordu…
İki adım önünü göremeyen ne yapar?
Tökezler…
Hele bir de yanında elinden tutan yoksa…
Kapaklanır yere…
Çakılır kalır…
Kolu kanadı mı kırılır?
Yüzü gözü kan revan içinde mi kalır?
Duman içi dağlarda kalmak böyle bir şeydi işte…
*****
“Biraz kül, biraz duman o benim işte” diye başlayan o içli şarkıyı bilirsiniz değil mi?
Şarkının başlangıç dizeleri, bizim halimizi anlattı durdu yıllarca…
Doğru anlaşılmayı beklemedik mi?
Hasret kalmadık mı anlaşılmaya?
Yanlış anlaşılma, hatta hiç anlaşılamama, görmezden gelinme rekorları kırdığımız bir dönemden geçmedik mi?
Ve dedik ki…
Küle dönmemiz de duman olmamızda, isin, sisin içinde kalmamızda kül olmaktan…
Milletin haline tercüman olanlar; o külün içinde kalan közdük biz dediler. Yana yana kül olsunlar denir gibi bir başımıza kaldık. Yalnız bırakıldık. Yandıkça yandık. Dumanlar, feryatlar, sessiz çığlıklar göğe yükseldi. Görür dediklerimiz görmedi, duyar dediklerimiz duymadı.
Kaldık duman içi dağlarda…
Yananı gördü Allah! Küle döneni de duman olanı da…
*****
Çok mu derinlere daldık, çok mu takıldık, derinden düşünceler alıp götürdü mü bizi?
Derin bir yalnızlık…Derin bir sessizlik… Derin bir bekleyiş… Derine dalmış gitmiş gözler…
Derinlere takıldık kaldık…Dostun dostu kaybettiği… İsteyerek ya da istemeyerek hırpaladığı…Hiç yüzünden kırdığı yaraladığı bir dönem…
Netice de vakit saat doldu, geldi önümüze sandık….
Millet dağlara taşlara vurmuştu kendini…
Anlatamadı bir türlü mağduriyetini…
Anlatamayınca taktı kafasına…
Vardı sandığa…
Gözünün önüne geldi yaşadıkları…
Çektiği sıkıntılar…
Moral bozan yıkıntılar…
Sabret deniyordu, şükret deniyordu, maaş on bin liraydı, emekliydi. Hiçbir şeye yetmiyordu.
Yaş yetmiş küsurdu. Kalan kalmış, giden gitmişti.
Sandıkta verdi mesajını…Çıktı dalıp gittiği derinliklerden….
*****
Kalmıştık duman içi dağlarda…Neden dedik, niçin dedik, biz söyledik, biz dinledik…
Bu soruların cevabını sandık 31 Mart gecesi ve 1 Nisan sabahı verdi….
O cevap neyi mi ortaya çıkardı?
Hemen herkesin söylemeye çalıştığı, ancak sesini duyuramadığı bir konuyu…
Gönül köprülerinin yıkılmış olduğunu…
Viraneye döndüğünü…
Karşıdan karşıya geçmenin mümkün olmadığını…
Köprülerin altından çok sular aktığını…
Bu suların aktığını olmadı mı bir gören? Görenler söylemezse, aktarmazsa ne mi olur?
Sandık hakikatlerin aynası olur…
Öyle olunca da…
Güvendiği dağlara sürekli kar yağdırılanlar, dağı o yağan karlarla baş başa bırakıp, sen bilirsin dediler, çektiler gittiler.
O dağlar uzunca bir süredir ilk defa kendisiyle baş başa kaldı.
Şaşırdı…İnanamadı…
Sonra bir de gördü ki, o gidenler, kalbi kırılanlar, gönlü alınmayanlar, derdin nedir diye sorulmayanlar, elinden tutulmayanlar, düştüğü yerden kaldırılmayanlar ve hâlâ sabret, şükret, beklemeye devam et denilenler…
*****
Baharın tam ortası…
Mevsim gül mevsimi, leylak mevsimi…
Bundan böyle duman olmak yok!
Duman içi dağlarda kalmak yok…
Gül hazin, sümbül perişan denilen o günler bitti.
Yıllardan beri gönlümüzden geçeni veremiyoruz deniyordu ya hani…
Seçmende, madem öyle, o zaman biz verelim gönlümüzden geçeni dedi, 31 Mart günü, gönlünden geçeni oy babında verdi geçti.
Çünkü seçmen, hayatın ağır yükünden, derinleşen enflasyondan, fahiş fiyatlardan bıktı.
Sandığa gittiği gün, dipten, kaybolup gittiği o koyu derinliklerden çıktı.
Arpacı kumrusu gibi düşünüp durmaktan vazgeçti…
Derin derin içini çekmekten de…
Artık çıkmak gerek derinlerden, bugüne gelmek lazım dedi.
Ne olduysa oldu?
Dönüp geldi, olması gereken yere. Çiçek açtı bağlar, çayır çimen, dağ, tepe…
*****
Duman içi dağlarda çok kaldı millet. Bunaldı.
Kalktı ayağa, girdi kol kola yürüdü…
Dumandı, ateşti, küldü, en nihayet yüzü güldü.
O duman bürüyen dağların dumanı çekti gitti kendiliğinden…
İster bir şarkı mırıldanın, isterse bir türkü…
Şöyle en neşelisinden…