Alaattin Karaca, pazartesi günü hakkında bir değerlendirme yazacağım yeni kitabı ‘Estetik Endişe’nin bir yerinde özetle şunu belirtir; ‘Öncelikle metin yazarın içine sinecek, yazar kaleme aldığı metinde sahici ve sağlam duracak, eleştirmenin öncelikli işi de budur; metindeki kişileri, kişilerin davranışlarını, diyaloglarını, olayların neden sonuç ilişkilerini mercek altına alarak kurgusal dünyanın ne kadar doğal ve içten olduğunu tespit etmek. Sonraki aşamada yazar aradan çekilir, okurla metin karşı karşıyadır artık. Metinle okur kalbi bağ kurabildi mi, yani okurun da az önce bahsettiğimiz yazar gibi metinde anlatılanlarla hemhal olması zaruri.’ ‘Estetik Endişe’yi bitirdikten sonra okumaya başladım ‘Uçurumda Bir Gömü’yü.
Mustafa Uçurum; hikaye, şiir, deneme gibi pek çok türde metinler kaleme almış üretken bir isim. Genç yaşına karşın on iki kitabın müellifi, aynı zamanda edebiyat dergilerinde ve ‘DünyaBizim’ internet sitesinde ismine sıkça rastlanan çalışkan bir kalem. Aynı zamanda ‘Şairin Aynası’ kitabı ile TYB 2018 deneme ödülünün de sahibi.
Beşinci öykü kitabı ‘Uçurumda Bir Gömü’ geçtiğimiz ay Şule Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Editörlüğünü Naime Erkovan’ın yaptığı 160 sayfalık kitapta 30 öykü yer alıyor. Bir kitabın vitrini, ilk intibaların edinildiği yer olarak görebileceğimiz arka kapakta; ‘ Uçurumda Bir Gömü, iyilerin galip geldiği ve yaşatıldığı halis niyetli öyküler. Kötüler elbette görünecek ama yazarın inşa ettiği güzel dünyayı yok etmeyi başaramadan. Eser, yalın dilin, sade kurgunun, iyi niyetin ve tarihi bir dönemin aynası’ şeklinde cümlelere yer verilmiş.
Öncelikle şunu belirtmeme izin ver sevgili okur; Mustafa Uçurum’u tanımam, yüz yüze yahut telefon marifetiyle bir konuşmuşluğumuz ya da herhangi bir alışverişimiz yok. Edebiyat dergilerini ve internette edebiyat sitelerini elden geldiğince takip ettiğimden ismine sık rastlarım, bir de Kültür Atlası’nda geçen yıl yayımladığımız edebiyat soruşturmasına mail yoluyla verdiği cevaplar hasebiyle bir işbirliğimiz olmuştu o kadar.
&&&
Yazının girişinde Alaattin Karaca hocamızdan aktardığımız üzere yazılan bir metin önce yazarın içine sinecek, yazar yazdıklarında sahici olacak. Hikaye türü, genellikle şiire gönül veren edebiyat sevdalılarının, şiir yazamadıklarını anladıklarında yöneldikleri tür olmuştur. Doğuştan yetenek yanında kısa ve etkili yazmayı gerektirir, romandaki gibi geniş bir alanda hareket etme imkanı yoktur. Ustalardan Ahmet Rasim yazacağı gazetenin patronuna; ‘uzun yazarsam yazı başına üç mecidiye yeter, ama kısa yazarsam yazı başına bir altından aşağısına yazmam’ der. Kısa yazmanın ne denli hüner gerektirdiği herkesin malumudur. Bu minvalde uzun cümlelerle de hüner sergilemek ve bunu sergilemek isteyecek bir öykücü ardı arkası kesilmez tamlamaların, sahicilikten uzaklaşmış abartılı nitelendirmelerin, kelime dağarcığının zayıflığından kaynaklanan yapay ve ne dediği anlaşılmaz cümlelerin tuzağına düşebilir. Bu noktadaki bir diğer tehlike, lise öğrencilerinin belalısı anlatım bozuklukları, örneğin yerinde kullanılmayan yahut yanlış anlamda kullanılan bir kelime koca bir öyküyü mahvedebilir. Öyküyü deneme ve anlatılardan ayıran ve olmazsa olmaz bir unsur olan kurgu, etkili gözlem ve tasvirlerle desteklenmez yazılan metnin bir ayağı yine çukur kalacaktır. Bunlar ve fazlası okuyan ve yazan herkesin bildiği şeyler, daha fazla uzatmanın lüzumu yok.
Beşinci öykü kitabı yayınlanmış üretken ve tecrübeli bir kalemin kitabı hakkında yazılacak bir değerlendirme yazısına neden böyle bir giriş yapma zarureti duyar insan ve dahi neden bir tanışmışlık ya da alışveriş bağı olmadığı açıklaması ekler? Başta dergi tanıtımları olmak üzere, şiir, hikaye, deneme vs. onca emek, onca çaba var, beşinci öykü kitabı var, var da var yani. Nasıl yazayım açık açık, nasıl aşayım haddini. Bunun yanında edebiyat eleştirisine sevdalıyım diye ortada salına salına gezinirken yakamızı bırakmayan edebiyata, okura karşı bir sorumluluk var. Eleştiride yapıcı olmak gibi olmazsa olmaz bir şart var(beşinci öykü kitabını yazmış bir ismin metinlerine karşı ‘yapıcı’ yaklaşmak biraz abes bir tabir oldu ama neyse!).
Hasılı velkelam lafı daha fazla eveleyip gevelemeden şöyle bir yol izlemeye karar verdim. Ben size not ettiğim cümlelerden bazılarını aktarayım. Yukarıda vurguladığım özellikler eşliğinde ve bunları hatırınızda tutarak ismiyle okurda merak uyandıran bu kitabın niteliğine siz karar verin, hükmünü siz verin. Aradan çekiliyorum ve kitapla baş başa bırakıyorum…
Her şey güllük gülistanlık giderken hepimiz yemek masasının etrafındayken çığlık çığlığa dayımı çağırmıştı yengem. Bu balıkları evde istemiyorum, al götür nereye götüreceksen, bana çok kötü bakıyorlar, deyince dayım çaresiz alıp götürmüştü akvaryumu. Oysaki yengem almıştı bütün balıkları. Bir hafta sonra dayımlara gittiğimde bir baktım ki akvaryum yerinde duruyor.
İlçe hastanesinin doktoru da masadaydı. Ferhat içeri girince sesini kısarak Ferhat’ın yaşadığı sıkıntının bipolar bozukluktan kaynaklandığını söyledi.
Yemekte çatal, bıçak, bardak seslerinin oluşturduğu senfoni ne kadar ruha ve kulağa hoş gelse de bugün salata yesem iyi olacak, öğle yemeğinde çok kaçırmışım diyerek yemeklere bahane bulma ihtimalini de böylece savuşturdu.
Sabah işe gitmek için evden çıkarken kafasında hiçbir şey yoktu. Bildiğin bomboş bir kafa. Ağrı bile kalmamış gibiydi. Buna biraz işkillendi ama üzerinde de durmadı. Yüzüne yapışmış bir tebessüm, içinde sanki bir mehter marşı çınlayıp duruyor gibi katetti yolları. Yürüyüşü bile değişmiş halde bürodan girdi içeri.
Mesai bitiminde masasını topladı. Çantasını eline aldı. Yüzündeki tebessümü hiç bozmadan iyi akşamlar dileyerek çıktı dışarı. Başındaki ağrı aklına geldi ama bu kez hiçbir şey yapmadı.
Bahçeden geçerken çiçeklere daha bir anlamlı baktı.(…) Gülün dikeni vardı. Gül ve diken. Gel de düşünme şimdi bunun üzerine. Bir sürü aforizma gönderme.
Başını bulutlara çevirdi, bir uçak arkasında iz bırakarak ilerliyor. (…) Elini cebine attı, paketi çıkardı, alışılmış hareketlerle yaktı sigarayı. İlk nefesi çekti, dumanı havaya savurdu.
Ayağa kalktı, bütün masalara göz gezdirdi. Başı ile selamlayıp ‘…’ deyip geldiği yoldan ağır adımlarla yürümeye başladı.
Ağacın altından kalktım. Anarşist domatesleri cebime koydum, dedeme söyleyip evin yolunu tuttum. Toprak yolda yürümeyi o kadar çok severdim ki.(…) babam bana durup durup sordu: (…) Bütün olup bitene anarşist domateslerin sebep olduğuna kimse inanamıyordu.(…) dedemin alıp götürülüşünün ardından beş gün geçmişti ki babam hadi bir bakalım deyip tarlaya götürdü beni.
Seslerle ilgili sorunum yok benim oysa. ‘Senin ses frekansın bozuk’ demişti Neriman bana. ‘Şarkıları bile aklında tutamıyorsun. Bu öyle bir şey değil işte Neriman. Ben şarkıları müziklerinden dolayı dinlerim.
Kenarın daha da kenarına oturdum. Geçtim kaldım kıyıda. ‘Oturma orada, düşersin’ dedi biri. Bakmadım bile. Kamyon hoplaya zıplaya yol alırken düşmek hiç aklıma gelmedi. İçimde öyle fırtınalar esip durdu ki el salladığımı bile fark etmediğim bir anda önümde duran kamyonda buldum kendimi.
Kamyonlar kavun taşır ve ben/ Boyuna onu düşünürdüm.
Kamyonun kasası dura kalka öyle bir kalabalık oldu ki kendimi kamyonun kıyısına attım. Büzüştüm kaldım. Ne zaman bu kadar kalabalık olduk anlamadım gitti. Şimdi birine laf atsam, muhabbetin fitilini ateşlesem, havadan sudan konuşsak…
Bazı yerlerde tıklım tıklım kalabalığın içinden geçerken zorlandım bile. Hafif bir tenhalık buldum, attım kendimi oraya. Yan yana geçerek, biraz süzülerek kendimi kurtardım kalabalıktan. (…) Üzerime biriken kalabalığı atmak için öyle derin bir uykuya dalmışım ki uyandığımda birden serçeler havalandı üstümden. (…) Çıktım dışarı. Simitçiden simit aldım.
Kahvenin önünden geçerken beni çağıran bir sesle kahveye doğru döndüm
İyi şiirler yazmışız. Okudukça bunu daha iyi anladım. Yıllarca aklıma gelmeyen, unuttuğum şiirlerdi bunlar. Çok zaman geçmişti üzerinden. Okullar okumuştum, şehirler, ülkeler gezmiştim; bu şiirler hiç aklıma gelmemişti.
Aldım defteri, geldiğim yollardan geçerek eve ulaştım. Oturdum bilgisayarın başına; başladım şiirleri bilgisayara geçmeye. Tek harfine dokunmadan yazdım hepsini. Okudukça içim dolup dolup taştı. Bu işleri yapmak birkaç günümü aldı. Beni sürekli bilgisayar başında gören annemin, ‘Sözde bizi görmeye geldin ama yüzünü görmek nasip olmadı be oğlum,’ serzenişlerini annemi kırmadan atlattım.
Kumsalda atların nallarından etrafa yayılan kumların ahengiyle dağılıyor akşamüstü.(..) Bir çağrı çok evrensel olsun, kılcal damarlarını harekete geçirsin yalnız olan kim varsa.
Uçsuz bucaksız bir tarla, çiçek tarlası. Çiçeğin de tarlası olur mu demeyin, olur. Sapsarı çiçekler rüzgarla birlikte nazlı nazlı dalgalanan çiçekler.
Giderken bile ne güzel olurmuş insan, bir şiiri alıp yanıma giderken gülendam bir teselliyle avuturum kendimi…
Selam gidiyor, sabah gidiyor, yüzler değişiyor, gökyüzü gri bir hal alıyor. Buna neden sevinelim ki. Buna üzülünür.
Odanın sıcaklığından dışarının soğukluğuna geçince içler ürperdi. Hafiften titreyenler oldu. ‘Bu yıl epey soğuk yaptı’ dedi en yaşlı olanları. Eller cepten çıktı, vedalaşıldı.
Kevser biz gülüyoruz diye hiç rencide olmadı, psikolojisi de bozulmadı. Ağlayarak sınıfı terk etmedi ya da nefes nefese okuldan çıkıp annesine sığınarak sınıfta küçük düştüm diyerek ailecek okulu ayağa kaldırmadılar. O yıllarda hiçbirimizin psikolojisi bozulmazdı zaten.
Sonra tam dağılıyorduk ki birden aklına bir şey gelmiş gibi durdu ve koroya dönüp ‘Kızlar kırmızı fular, erkekler kırmızı papyon takacak’ deyip çıktı sınıftan.
Eve gidince mutfaktaki annesinin yanına gitti.
Esmer Abla gerçekten esmerdi. Babaannesi Afrika ülkelerinden birisindendi. Dedesi gemici olduğu için gittiği ülkelerin birinde Esmer Abla’nın babaannesi ile tanışıyor. Emira’ya aşık oluyor ve onu alıp Türkiye’ye getiriyor. Bu yüzden Esmer Abla’nın teni zenciler kadar olmasa da siyahtı.
O zamanlar cep telefonu icat edilmediği için izleyenler bizi kaydetmek için uğraşırken programı canlı dinleme şansını da kaybetmiyordu.
Kırmızı kamyonun etrafında dost, akraba, yaşlı, genç toplanmış; az sonra yükünü alıp gidecek kamyonu yolcu edecekler.
‘Az yolumuz kaldı deyince şoför, çocuk elindeki annesinin hazırladığı yolluktan kocaman bir lokma daha aldı ama hiç konuşmadı.
Çocukların babadan çekinir gibi bakışları var.
Çocuk birkaç gün çekindi herkesten. Sokağın en köşesine geçti, öylece izledi çocukları. Refik Halid’in Eskici hikayesindeki Hasan’ın yaşadığı yabancılık vardı şimdi üstünde.
Evde tek anne kalmıştı sokakla irtibatı olmayan.
-İki katlı bir ev. Evin etrafı tahtalardan yapılmış avlu ile çevrili. Avludan dışarısı ancak tahtaların arasından dikkatlice bakınca görülüyor. (…) Avlunun içeri açılan kapısı da özensizce tahtalardan yapılmış. Bu özensizlik kapıdan başlayıp bütün avluya hakim.
-Şu merdivenleri ikişerli çıkış meselesi bile başlı başına bir sorun.
Uçurtma yapmak için mahalleye toplanan mahallenin çocuklarının uçurtmalarını kaç kez bastonuyla dağıtıp atmıştı dede.
-Çocuklardan büyük olanı, baktı ki keyfi yerinde Mehmet’in diğerlerinden biraz öne çıktı.
Yaşlıydı nene ama ağır hareketlerine rağmen dinçti. Yine sokağa çıkma yasağı olduğu günlerden bir gündü. Sokağın başında, mahallenin bir köşesinde askerler gezip duruyordu.
Hava ışımadan uyandı. Namazını kıldı. Mutfaktan gelen tıkırtıya doğru yürüdü.
Mutlu son ancak filmlerde olur, o da ancak eski Yeşilçam filmlerinde. Şimdilerde filmler bile trajik sonla bitiyor.
Şiirin hepsini okudu. Son iki dizeye gelince ağacın dibine kadar gitti. Diz çöktü. Kökten başa kadar süzdü ağacı.
Annesinin eli sımsıkı tutuyor elinden.
Kamelyadakiler hünerlerini gösterme ve ziyaretçilerine öğrenmeyi bir şenliğe dönüştürme yarışına girmişlerdi bile.
Üzerinde Kudüs olan dergiyi eline aldı.
Kolumun uyuştuğu hissine uyandım. Hala geceydi. Kolumu oynatamıyordum. Sanırım böyle zamanlarda beyne bir sinyal gidiyor; ‘Çalış’ diyor bir şey. Beyin de uyanıveriyor hemen, silkiniyor. Kol silkinmiyor. Çünkü kol kıpırdamıyor.
Oturuşumu düzelttim, bağdaş kurdum. Başımı geriye attım iyice, ağzımı açtım.
Halı sahada maç yapmayı sevmem de arada bir olsa da çocukların maçını izlerim. Yine geçtim kenara. Çocuklar o kadar keyifli oynuyor ki çocuk olmak geldi içimden. Goller, ofsayt, penaltılar havada uçuyor. Tel örgünün yan tarafında bir çocuk yapışmış tellere. Dışarıda ama sanki içeride gibi nefes nefese top koşturuyor.
Mahalleye döndüm. Hafif bir yokuş var. Tatlı bir yokuş denir ya, işte tam o cinsten. Tatlı tatlı çıkmak ne mümkün. Nefes nefese kaldım. Yaşlılık desem değil, yorgunluk desem, eh işte. (…) Şöyle çocuklar çıksa karşıma, bir top gelse ayağıma bir Tarık Akan filmi gibi top koştursam mahallenin çocuklarıyla. Ne çocuk var ne de top. Bitmiş kardeşim komşuluk, apartmanda da bitmiş, kenar mahallede de.
Kafeteryanın cam kenarında oturmayı sevmiyorum.
Eklemlendiğim hayatın bir parçası olarak yaşamaya devam ediyorum.