‘Mutlu Sonsuz’ yaşam anlayışımızı öyle zannediyorum enine boyuna biraz daha genişletmemiz gerekiyor.
Nasıl mı?
Buyurunuz:
‘Her cenaze merasimi ölümü bir kez daha kazıyor zihnimize. Ve çevremizdeki her ölenle yavaş yavaş ölüyoruz. Her ölenle hayatın ve ölümün sahibine biraz daha yaklaşıyoruz. Yıkanarak dünyanın kirlerinden arınan ve beyaza bürünen bir beden. Cansız bedeni taşıyan tabutun üzerinde yazan “Her canlı ölümü tadacaktır…” ayetini, kim bilir kaç defa okuduk. Okuduk da anladık mı, hayata taşıdık mı bilinmez? Aklı gitmiş, gözü görmez, kulağı duymaz mevtaya belki de dünyada söyleyemediklerimizi haykırıyoruz hep bir ağızdan: “İyi biliriz, haklarımız helal olsun.”
Bir tarafta yeni bir âleme yolculuğa başlayan cansız insan. Öte tarafta ölünün arkasında saf tutan, dünya yolculuğundaki canlı insanlar. Bir tarafta dünya ile işi bitmiş, iletişimi kesilmiş cansız. Öte yanda birbiriyle iletişim kurmayacak kadar uzaklaşmış canlılar. Bir yanda ruhundan ayrılmış bir beden. Diğer yanda ruhuna sahip çıkamayan bedenler.
Düşünüyorum da ölüye hakkını helal eden insan, diri için neden susar? Ölünün arkasından gözyaşı dökenler, feryat edenler, yaşayanlara neden kin tutar? Ölüyü omuzunda taşıyanlar, yaşayanlara neden bir el uzatmaz?
Toprakla buluşma vakti geldiğinde derin bir çukurda aslına dönüyor beden. İnsanın yükünü topraktan gayrısı çekemez zaten. Anamızı, babamızı, evladımızı, akrabamızı, yârimizi, dostumuzu, hocamızı, öğrencimizi… Toz konduramadığımız en değerlilerimizin üzerini toprakla örtüyoruz.
Ölü, toprağın altındaki âleme uyanırken biz, dünya işine sarılarak uyumaya devam ediyoruz. Ölü, öte tarafta canlanırken biz, bu tarafta ölmeye devam ediyoruz. Zira ölen sadık yâr ile buluşurken bile seyircilerin alacakları, verecekleri, satışları, dijital dünyadaki gezintileri devam ediyor. Victor Hugo’nun dediği gibi “Bir başka âlemin bekleme odasıdır bu dünya.”
ÖLÜM KORKUSU (TANATOFOBİ)
Yaş ilerledikçe ölüme yüklediğimiz anlam, toplumun kültürüne, inançlarımıza ve bireysel kişilik özelliklerimize göre değişir. Zaman geçtikçe ölümün ayak sesleri yakınlaşır. Gençlik yıllarında yitirilen dedeler, nineler uzağımızdaki ölüm düşüncesinin egzersizlerini başlatır. Bir üst kuşaktaki birinci dereceden yakınların kaybında ölüm düşüncesi yanı başımıza gelir, bize dokunur ve yalnızlaşırız. Sıra kendi kuşağımızdan kayıplara gelince ölüm düşüncesi içimize işler ve adeta onunla yaşamaya başlarız.
Gençlik yıllarında çevremizdeki yeni doğumlar arasında koşuştururken yaş aldıkça ölümler arasında mekik dokumaya başlıyoruz. Aslında toplumdaki ölüm oranları aynı. Ama yaş aldıkça katıldığımız cenaze törenleri artıyor. Yolculuk belli. Fakat her toplumun ve inancın bu son yolculuğa ilişkin tanımı ve ritüeli farklı.
Ölüm nedir sorusu, cevabını henüz tam bilemediğimiz en temel sorumuzdur. Cevabını bulamadığımız bu temel gerçek, yaşamı kuşatan bir belirsizlik olarak psikolojik hayatımızın en temel korku kaynağıdır. Ölüm korkusu (Tanatofobi), hayatımızın sona ermesiyle ilgili belirsizliğin, endişenin, kederin yer aldığı bir kaygı bozukluğudur. Bu kaygı her insanda az çok vardır. Yaş ilerledikçe daha yoğun hissedilir. Her alanda olduğu gibi korku nesnesine yüklediğimiz anlam, ona ilişkin belirsizlikleri ve hislerimizi yönetmemizi sağlar. Dolayısıyla asıl olan hayatın temel gerçeği olan ölüme yüklediğimiz anlamdır.
DÜNYADAN SAĞ ÇIKMAYACAĞIZ
Ölüm, ne olduğunu bilmediğimiz ama varlığına inandığımız ruh ve canlılık ile iç içedir. Can taşıyoruz, insanız, ruhumuz var ve ölüyoruz. Bunları biliyor ve inanıyoruz da onların ne olduğunu bilmiyoruz. Aslında insanı yani kendimizi bilmiyoruz. İşte bu bilinmezlikler temel bir korku kaynağıdır.
Oysaki insanın bilme evreni sınırlıdır. Her ne kadar sosyal genlerimizde her şeyi bilmemiz gerektiği yüklenmiş olsa da biyolojik ve zihinsel potansiyelimiz her şeyi bilecek şekilde tasarlanmamıştır. Hatta bazı şeyleri bilmemek bizim için daha iyidir. Zira bilmemek bilimin, araştırmanın ve bilmeye yönelik çabanın başlangıcıdır. Bilinmezle mücadelemizde insanı insan yapan temel bir becerimiz olan “inanmak” da devreye giriyor. Görmüyoruz, dokunmuyoruz, ölçüp biçemiyoruz ama inanıyoruz.
İnanmak; maddi âlemdeki somut bilgi gibi mana alanındaki sezgilere ve soyut bilgiye de sahip olmayı ve bilinmezlerle yaşama becerisini getirir. İnanma becerisi somut dünyada görmediklerimize de bir anlam yüklememizi sağlar. Çünkü anlam yükleyemediğimiz şeyden korkarız.
En temel çıkmazımız olan ölüm korkusunun üstesinden gelmenin yegâne yolu, somut dünyanın yetersiz kaldığı bilgi evreni yanında sezgi dünyasının bilgi evreninden yararlanmaktır. Bütün amaç, sonlu olan bu imtihan dünyasındaki tercihlerimizin sadece zihinsel potansiyelimize ve bilinç düzeyimize değil sezgi ve inanç derinliğimize de dayanmasıdır. Hayatın dengesi böyle oluşur. Bu dünyadan sağ çıkmayacağımıza göre bu dengeye ihtiyacımız var.
Bu; somut bilgiyle sezgisel bilginin, varlıkla yokluğun, dertle dermanın, hayatla ölümün dengesidir. Bu; var olan üzerinden var olmayana dost olma rahatlığıdır. Böylece ölüm, bir yok oluşun korkusu değil yeni bir varoluşun kavuşmasına dönüşür.’
Selâmetle…