Şunu özellikle belirtmek isterim ki;
“Kimin Mevlanası” başlığı altında kaleme aldığım bu yazımda amacım; kesinlikle Mevlana Hazretlerinin manevi şahsiyetine saygısızlık olmayıp Hz. Mevlana üzerinden yapılan yanlışlara dikkat çekmek Hz. Mevlana’yı bunların tasallutundan kurtarmak içindir.
Birçok kesimin kendine göre bir Mevlana algısı var ki, insan ister istemez “Hz. Mevlana kimin Mevlanası” sorusunu soruyor. Hz. Mevlana:
-Sünnilerin Mevlanası mı?
-Alevilerin Mevlanası mı?
-Mevlevilerin Mevlanası mı?
-Mesnevinin Mevlanası mı?
-Hümanistlerin Mevlanası mı?
Sünnilere göre Hanefi, Maturidi inanç ve itikadı üzerine yetişmiş alim ve sufi; Alevilere göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli gibi Alevi erenlerinden (Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli Hazretleri sünnidir);
Mevlevilik ve Mesnevideki Mevlanaya geçmeden önce İslam’ında ötesinde hümanist bir konuma oturtulan Hz. Mevlana üzerinde kısaca duralım.
Hümanist, “insan sevgisini benimseyen, evrenselliği önemseyen ve insanı üstün bir varlık olarak gören kişi”; Hümanizm, “insanın refahı, özgürlük ve ilerlemeyi vurgulayan dini olmayan seküler bir hareket” olarak tanımlanmaktadır.
İnsanın refahını, huzurunu insanı değerlere sahip bütün insanlar ister; ancak, Hz. Mevlana’yı hümanizm anlayışla ilişkilendirerek İslam dışı bir anlayışa oturtmanın kasıtlı olduğunu düşünüyorum.
Hz. Mevlana’nın öğretilerini İslam’ın önüne geçirmeye çalışmak doğru bir yaklaşım olmayıp Hz. Mevlana’yı “Mevlana” yapan İslam’dır.
Masumane gibi görünen aslında kötü niyetli bu tür nitelendirmelere karşı uyanık olmalıyız; çünkü, bu tür nitelendirmeler İslam’ın içinin boşaltılması, İslami yaşamın insan hayatından çıkarılması projelerine hizmet etmektedir.
Üzülerek ve içim acıyarak ifade ediyorum; yaşadığımız manevi bunalım, İslam’dan uzaklaşma kaygılarımı daha fazla artırmaktadır.
Ayrıca, Hz. Mevlana’ya bakış açısında, özellikle de yeni nesillerde zayıflama görülmektedir.
Hatta, Konya’da yaşayan Konyalı olarak Konyalıların Şeb-i Arus’a eskisi kadar ilgi göstermediğini gözlemliyorum.
Sadece 17 Aralık akşamı yapılan Şeb-i Arus törenine katılımı demiyor, genel ilgiden bahsetmeye çalışıyorum.
Eskiden, Mevlana Türbesinin ziyaret edilmesi manevi yönden ne kadar önemliydi ki, ziyaret edene “Yarım Hacı” oldun denilirdi.
Mevlevilerin Mevlana’sına gelince:
Konu ile ilgili hiç yoruma girmeden Mehmet Fatih ÇITLAK hocanın yazısında yer alan bir bölüm ile bir hatırattan kısaca bahsedeceğim. Merak edenler araştırabilir.
Çıtlak Hoca; “...Bugün maalesef Mevlevîhâneler'de yapılan icrâ’lar ve çok farklı grupların ve derneklerin Mevlevîlik etiketi altında ortaya koyduğu faaliyetler ne ilmî, ne dînî, ne de Mevlevî âdâb ve erkânına uygundur, ayrıca estetikten de mahrum ve yoksundur.
Yozlaşmış bir Mevlevîlik’le, Mevlevîlik adına yapılan birçok sapkın hareket ve çığırından çıkmış işlerle karşı karşıya kalınabilir, zaten o takdirde bu bir son nefes olur.
Kaldı ki Mevlevîlik bundan sonra devam etse de tamamen değişmiş bir Mevlevîlik olarak bizden sonraki nesillere kalmış kötü bir miras olacaktır.
Öyle ki bu dînî ritüel neredeyse artık san’at ve estetik yönden değerlendirilen, eğlence amaçlı düğünlerde icrâ edilen bir folklora dönüştürülmüştür. Turistik etkinlik ve eğlence adına semâzenlerin yahut semâzen müsveddelerinin boy göstermesi ise bu sahanın ehli olan insanları fevkalâde rencide etmektedir.” Açıklamalarında bulunmaktadır.
Aşağıda yer alan açıklama bir hatırattan alıntıdır. Elbette ki, en doğrusunu Allah(c.c.) bilir; ancak, hatıratın kaynağının güçlü olduğuna inanıyorum.
Beybaba lakaplı Sadettin Morova Selanik asıllı bir Yahudi dönmesi olup seferberlikten önce Adana’nın Karaisalı kazasında kaymakamlık yapmış birisi.
Çok zengin, her gittiği kahvehane ve lokantada herkesin parasını verdiği ve bu cömertliğinden dolayı “Beybaba” deniyor.
Beybaba muhatabına:
“Ben tekkeleri kapattırmak için Konya MEVLEVÎ tekkesine intisap ederek yemez içmez dervişlik yaptım, şöhrete ulaştım.
-Oğlum, yemez içmez adam yaşar mı?
Yaşamaz ama geceleri gizli yer, kimseye görünmezdim. Bir gün şeyhimiz öldü. Benim yemez içmez ve devamlı ibadetimden dolayı en ehil olarak şeyhlik makamına geçmemi uygun gördüler ''postnişîn'' oldum.
Arkadaşları güzel idare ederek kendime bağladım ve yavaş yavaş işlemeye başladım.
''Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretlerinin o kadar büyük dereceyi kazanması, sohbet esnasında Şems-i Tebrizi ile şarap içti, bilahere nasuh bir tevbe edip bu dereceye erişti, bizim de aynı yolu takip etmemiz lazım.'' diyerek işledim.
Bir gün şarabı tekkeye soktum. Dışarda bu işi tezgâhlayanlar da vardı. Güzel kadınlar da hazırlandı. Şarap içince, tabii şişede durduğu gibi durmadı, sohbet kadınsız olmaz dedik, kadınları da tekkeye soktuk. Onlar da raks etmeye başladılar.
Kadınların raksı ile sema dedikleri, böylece birbirine karıştı. Kısaca tekke, meyhane ve kerhane haline getirildi.
Muayyen günlerde insanlara da bu durumu teşhir ettim. Sarhoş dervişlerle kadınların sema yapması, raksı, zıplamaları, hoplamaları derken tarikatın ahlâksızlık olduğuna seyircileri inandırdıktan sonra, bu durumda, tarikatların ve tekkelerin artık kapatılmasının gerekli olduğu hakkında rapor vererek MEVLEVÎ tekkesinden ayrıldım. Benim raporumla tekkeler, tarikatlar suçüstü yakalandı.'' Diye anlatıyor.
Değerlendirmeyi okuyucuya bırakıyorum.
Şu unutulmamalı; adı ne olursa olsun hiçbir tarikat şeriatın aksine söz ve davranış içinde olamaz!
Mesnevideki Mevlana’ya fazla girmek istemiyorum; merak edenler araştırabilirler ama şu kadarını söyleyeyim; Mesneviden bize sunulan birçok hikaye ve farklı hususun yüzde 99 Mevlana Hazretlerine ait olmadığına inanıyor, aksini düşünmek bile istemiyorum!
Sonuç olarak; “hoşgörü”, “barış” gibi masumane değerlerin üzerinden Hz. Mevlana’yı kullanarak yeni bir inanç algısı oluşturulmasına fırsat verilmemelidir.