Konuşmayı seviyoruz, konuşmanın dedikodu tarafına bayılıyoruz, laflamadan, laf atmaktan, laf taşımaktan, lafla taşlamaktan, kaleden kaleye şahin uçurdum misali lafla uzaklardan birilerine sataşmaktan vazgeçemiyoruz.
İşte onun içindir ki, konuşmayı sevmediğimiz söylenemez!
Konuşma derdimizi anlatma, meramımızı iletme, sevdiğimizi, sevmediğimizi, derdimizi, halimizi ve ahvalimizi muhatabımıza iletme yöntemi.
Bir araya gelmek kadar, fersah fersah birbirimizden uzaklaşma nedeni.
Bu kadar çok ve çeşitli konuşmanın yanı sıra, uzlaşamama, anlaşamama, ortak bir paydada buluşamamanın da değişik bir ifadesi!
Genel bir kabul olarak;
Yerli yerinde yapılan konuşmaları sever, boşa konuşulanlara güler geçeriz, dağdan tepeden konuşanlara da, abuk-sabuk konuşuyor diye dikkate almayız, hele vara-yoğa konuşanlara kulak asanımız olmaz!
Bir zamanlar “Ağzı olan konuşuyor” diye reklam vardı.
Elbette, konuşma deyince, kastettiğimiz böylesi bir konuşma şekli değil!
Konuşma deyince, sohbet deyince, gel biraz laflayalım deyince, yeni moda tabirle biraz gıybet yapalım deyince akan suların durduğunu hepimiz biliyoruz!
O halde soralım!
Bizler konuşmayı seviyoruz sevmesine de…
Konya konuşmayı seven bir şehir mi?
Bu sorunun net bir cevabı yok!
Çünkü şehir olarak konuşmaları, odalarda, bürolarda, kapalı kapılar ardında yapmayı seviyoruz!
Fısıltı gazetelerine, laftan balonlara, lafla dizilen kulelere itibar edenimiz çok!
Konuşma ciddi meselelerle ilgiliyse…
Konu hakkında az biraz bilgi sahibi yahut konunun tam odağındaysak, “Benden duymadın, ben söylemedim, beni görmedin, benimle hiç görüşmedin” diye başlayan cümleler uçuşuyor havada!
BİZİ BİR DİNLEYEN OLMADI!
En çok şikayet ettiğimiz konulardan biri de, bizi bir dinleyenin olmaması…Bu konu şehrin hicran yarası. Güvendiğimiz dağlara lapa lapa karlar yağsa da, biz güvendiğimiz o dağları, yağan karlarla baş başa bırakıp ne halin varsa gör diyemedik!
Arada bir gemileri yaktığımız olsa da, istisnalar kaideyi bozmuyor!
Bizi dinlemek için söz verenlere, bizi dinle artık diye vardığımızda, ne kapılardan içeri girebiliyoruz, ne de aramızda örülen duvarları aşabiliyoruz.
Bir süre sonra, sözümüzde geçmiyor, nazımızda…
Bizi dinleyemeye söz verenler, iplere un seriyorlar, bizden başka herkesi dinliyorlar da, bir bizi dinlemiyorlar!
Bu süreç, bu şehirde en ağır hasarlı vaka olarak tarihe geçti!
Görüşme adına, yıllar sonrasına verilen randevular trajikomik söylemlere konu oldu.
Bu hatalar, bu yanlışlar müzakere edilmedi, istişare edilmedi, elimizde böyle alternatif argümanlar varken bu yollar denenmedi!
Hasbelkader bizi bir dinleyen olsa da, derdimize derman olunmadı şikayetleri ve sızlanmaları hiç bitmedi!
İSTİŞARE!
Büyüklerimizden, yetişmemize vesile olanlardan gördüğümüz hoş bir usul vardı…Fikir alışverişinde bulunmak, bir konu hakkında farklı düşünceler duymak, bir anlamda zeki ve konu hakkında bilgisi olanlarla beyin jimnastiği yapmak, söyleyecek sözü, ileri sürecek fikri olanları dinlemek ve ortaya çıkan en makul, en olumlu, en yararlı karara eskiler istişare derlerdi.
Sözün gelişi İstişareye bayılan, ben evde dahi herkesin görüşünü alırım, istişare ederim diyen birçok insanın, dilinden düşürmediği istişarenin, aslında yanından bile geçmediği sır değil!
İstişare fikir alışverişi demek, Vatan şairimiz rahmetli Namık Kemal, ''Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar'' diyor.
Yani, hakikatin şimşeği, fikirlerin çatışmasından doğar derken, hakikate ulaşmanın, değişik fikirlere başvurmadan olamayacağını söylüyor.
Bu yolun adıydı istişare.
Bir elin nesi var, iki elin sesi var demenin değişik bir söyleme biçimiydi.
DEMİREL, KONUŞAN TÜRKİYE DEMİŞTİ!
Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız rahmetli Süleyman Demirel, “Konuşan Türkiye” diyordu… Türkiye konuşmalı, içini dökmeli, konuşmaktan korkmamalı, Devlet adamları, halkımız ne konuşacak diye endişelenmemeli, nerelerde yanlış yapıldığını çözebilmenin yegane yolunun, kendi insanımızı dinlemekten geçtiği ön plana çıkmıştı.
Sonra; konuşmayan, susan, boynunu büken, beni anlasınlar diyen, konuşsak da hiçbir şey hallolmuyor, düzelmiyor, değişmiyor diyen anlayışlar gelişti.
Şehrimiz eski bir Başkent, Anadolu terbiyesi almış, yol-yordam konusunda, nerede nasıl konuşması ve davranmasını gerektiğini bilen bir şehir.
Konuşmasına gerek kalmadan, halinden ve ahvalinde anlayan yöneticiler görmüş bir şehir.
Lakin, görülen o ki, ara ara eski çamlar bardak olmuş, köprülerin altından çok sular akmış, yok öyle, bundan sonra böyle denen garip, anlaşılmaz, anlatılmaz dönemlerde yaşamış!
Konya artık konuşmalı!
Köşe başlarında, kapalı kapılar ardında, sızlanmaları, ah-vah etmeleri, beni nasıl anlamazlar, nasıl görmezler demeyi bırakmalı!
Konuşmalı, çünkü; Konuşmak rahatlamaktır, ferahlamaktır, içini dökmektir. Hele bir de dinleyeniniz varsa, değmeyin gitsin!
KONUŞAN KONYA!
Konuşan Konya olabilmenin yegane yolu, dinleyeni olan bir Konya olmaktan geçiyordu. Biz konuşmasın mı dedik, konuşan konuşmadı mı, dinleyen olmadı mı diye savunmaya geçmeye çalışanlar olabilir.
Keşke olsaydı. Bugüne kadar, bu olmadı, gerçekleşmedi.
Suskun, cesaretini tam anlamıyla toplayamayan,
Gemisini kurtaran Kaptan sözüne sığınmış,
Kendi-işime gücüme bakıyorum, kimseye karışmıyorum,
Nasreddin Hoca misali fincancı katırlarını ürkütmüyorum,
Diyen bir anlayışa bel bağlamış,
Nasıl olsa bir dinleyen yok diye yakasına küsen,
Konuşsa da kendi konuşan, kendi dinleyen bir Konya vardı!
Konya’nın yetkili birileri tarafından bizzat dinlenmesi,
Derdini anlat, fikrini söyle!
Şehir üzerine hayali olan, konuşacak sözü olan artık konuşsun,
Dinlemeye hazırım, hazırız denen cümle kanalları kapalıydı.
Bu kanalın Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay tarafından açıldığını görüyoruz!
Bu kanal, çok uzun bir süredir açık görünümlü olsa da, konuşana, fikrini söyleyene, hayali olana kapalıydı.
Çünkü; Kapılar sağırdı! Odalar sağırdı! Masalar sağırdı! Makamlar sağırdı! İşler aksak, yavaş ve ağırdı! Konuş Konya, artık yeni bir sayfa açıldı!