TARİHE YOLCULUK (246)
Yaşayan Türkçe’nin yaşatılması ve korunması, gelecek nesillere aktarılması adına belediyelere büyük iş ve görev düşüyor. Konya’nın cadde ve sokaklarını gezerken tabelalardaki yabancı isim egemenliğini görünce; milletimizin ve halkımızın değerlerinin yabancı dillerin boyunduruğu altındaki durumuna insan üzülüyor, kızıyor ve içimden “yok mu kurtaracak bahtı kara maderini” diye bazen haykırasım geliyor.
Araştırmacı-Yazar A. Sefa Odabaşı, “20.Yüzyıl Başlarında Konya’nın Görünümü” başlıklı eserinin özsöz’ünde “İnsanın yaşadığı şehri sevmesi, o şehrin tutkunu olması, o şehrin tarihinin, san’atının, geleneklerinin bilinmesinden anlaşılır. Bu söylediklerimizden yoksun olarak yaşayan kimsenin hayatı yavandır, tatsızdır. “O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” dizesinde olduğu gibi, bir şehirde yaşıyorsunuz o şehri tanımıyorsunuz, bilmiyorsunuz.” diyor.
Yaşadığım, nefes aldığım, yavan ekmeğini yediğim şu güzelim Konya şehrini tanımak ve bilmek adına işe; kelimelerden başlamak, kelimelerle konuşmak, o kelimelerin kavramlarını öğrenmek, bilmek, tanımak gerekir diye düşünüyorum.
Kelimelerle sadece konuşmuyoruz, kelimelerle düşünüyoruz, kelimelerle yaşıyoruz, kelimelerle hayata bakışımızı da belirliyoruz. Merhum Sefa Odabaşı, “Konya’nın tarihini, sanatını, geleneklerini bilmeden, tanımadan yaşayan insanın hayatını ‘yavan bir hayata’ benzetiyor. Burada “yavan” kelimesini kullanıyor. Yavan kelimesi “yağsız, katıksız, susuz, tatsız ve lezzetsiz” olmak üzere beş anlamı birden taşıyor. Geçenlerde bir televizyon kanalında emekli edebiyat öğretim görevlisi hemşehrimiz Beyşehir/Doğanbey’li Halil Güntan’ı dinlerken, “yapmak” kelimesinin “kapaymak” anlamına gelmekle birlikte 43 mânâsı olduğu söylemişti. Büyük Türkçe Sözlüğe baktım, 26 anlamı olduğunu gördüm.
Âkif, şiirinin bir mısraında “Fakat biz onlara âid ne varsa elde, yazık/ Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık” diyor ya; dün belgesiyle birlikte dile getirdiğim Konya Mezarlıklarının belediye marifetiyle yıkılarak üzerlerine neler neler yapıldığını açıkladığımda, o yazıma güzel tepkiler aldım. Meselâ ben, İstasyon tarafında bir Hıristiyan Mezarlığı olduğu bilmiyordum. Henüz daha yeni öğrendim. Selçuklu’dan kalma tarihi yapıları gezerken o yapılardaki taşlara, ağaçlara parmaklarımı dokandırıyor ve onları adetâ elimle okşuyorum.
Neden mi?
Bir mimar, eski cami ve medreseler ile han ve diğer yapıları “Eski yapılar şiirin donmuş halidir” dediği için ben de; Selçuklu’dan kalma ağaç işleme sanatının şaheserleri olan sade ve gösterişsiz mescidleri ile tuğla ve taş malzemeden yapılma taç kapılı medreselerine dokunurken o şiirin mimarideki donuk halini anlamaya ve görmeye çalışıyorum. Biliyorum ki usta, o şiiri oraya sevgiyle yazmış, sanki yüreğine kazır gibi taşa bir mûsıkî eşliğinde kazımıştır diye düşünüyorum.
Çünkü eski ustaların, bir işi yaparken sevgisini ve aşkını katmadan ve besmele çekmeden o işten bir hayır murad etmediklerini biliyorum. Bunu da Selçuklu yapılarını araştırırken karşıma çıkan sevgi ve aşk dolu kelimelerden anlıyorum.
Büyük Selçuklu Devleti’nin resmî dili bildiğiniz gibi Farsça idi. Anadolu Selçuklu Devleti’nden bize Farsça olarak o kadar çok kelime girdi ki…
Namaz’dan tutun yemlik anlamına Ahır (Ahırlı adında bir ilçemiz bile var), Çifte kelimelerinin Farsça olmasına rağmen Türkçeleştiği için artık bizdendir. Edebiyatçı Halil Güntan, kelimelerin diliyle konuşurken “Bir kelimenin anlamı bazen köylerde yaşar, sözlüklerde unutulur” diyor. Pers “Fars” demek. Arapça’da ‘P’ harfi olmadığından ‘p’nin düşmesiyle ortaya “Fers” ve “Farsî” çıkıyor.
Tarihin ve o coğrafyanın akışı içinde kendiliğinden gelişen dil, aynı zamanda bir milletin değerlerini de yaşatır. Bundan dolayı büyüklerimiz “dilini kaybeden milletler, dinini de kaybetmiş demektir” diye boşuna söylememişler.
Madem bir milletin değerlerini dili yaşatıyor, o halde dilimize sahip çıkacağız. Onun bozulmasına ve yabancı kelimeler karşısında göz gör göre bozulmasına, heder hale gelmesine, zâyi olmasına müsaade (izin) etmeyeceğiz.
Annemizin ak sütü gibi tertemiz, güzel ve Yaşayan Türkçe’nin yaşatılması ve korunması, gelecek nesillere aktarılması adına belediyelere büyük iş ve görev düşüyor. Konya’daki tabelalarda yabancı isim egemenliğini görünce; milletimizin ve Konya halkının değerlerinin de yabancı dillerin boyunduruğu altındaki durumuna üzülüyor, kızıyor ve içimden “yok mu kurtaracak bahtı kara maderini” diye bazen haykırasım geliyor.
Yapmak bazen memnun etmek ve sevindirmektir. Fukara kalbini yapmak da ibadet sayılır. Hele şehrimizde “İnce Minareli Nargile Cafe” tabelalarını görünce; Türkçe’nin kırık kalbini yapmak da değerlerimizi korumak demek değil midir…
“İnce Minare” dediğimizde aklınıza ne gelir?
Nargile içilen bir yer mi, kahve yudumlanan bir mekân mı, yoksa içinde talebelerin derslerini gördüğü medrese ve mektep mi aklınıza gelir…
Konya’da esen küresel rüzgârlar dilimizi ne denli etkilediği ve değişime zorladığı da bir gerçek olarak bu şehrin cadde ve sokaklarını gezdiğinizde gözünüze takılan o reklâm ve tanıtım tabelalarındaki yabancı yazılardan da anlaşılmıyor mu?..
Yapmak güç, yıkmak o kadar kolay ki. Bir eser ortaya koymak zordur ama yıkmak kolaydır. Meselâ bazı kişilere; “Yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmez” demezler mi?
Çıkış yapmak, Hata yapmak, Servis yapmak, Tatava yapmak, Yamuk yapmak ve “Sağladığı fayda ile nisbetsiz zarara yol açmak” da “yapmak” fiili ile ilgili değil midir?
Halbuki bu yazımda ben, tarihi M.Ö. 800 yıla kadar uzanan eski bir yerleşim yeri olan Sille’de esen değişim rüzgârlarını anlatmaya başlayacaktım.
Bu sefer kelimelerdeki gelişim ve değişimi ön planda tuttuk.
YARIN: Konya/Sille’de esen değişim rüzgârları - 8