Aslen Konyalı olan delikanlının zor geçen çocukluğu ve ticaret aşkı onu genç yaşta okulu bırakmasına ve iş hayatına atılmasına sebep oldu. Baba ve anne öğretmendi ama anne çalışmıyordu. Akıllıydı ve ticarete yatkın zekâsı ile genç yaşta çok kazanmaya başladı. 70’li yılların başıydı. Henüz 26 yaşında iken dünyanın en seçkin otomobillerinden birine sahipti.
İstek üzerine domates renkli arabası ile anne ve babasını Antalya’ya gezmeye götürdü. Sokaklarda rastgele dolaşıyorlar, insanlar içindekilerden ziyade domates renkli otomobile hayranlıkla bakıyordu. Bir sokak girişinde birden iki kısa ve şişman kız arasında uzun boylu ve çarpıcı güzellikteki kızı gördü. Aile baskısı ile bir an evvel evlendirmek istenen genç adam şöyle bir kıpırdadı. Güneş yere inmiş, tüm yıldızlar tepesine konmuştu. Genç bayanın anlamlı ve ritimli ayakları adamın yüreğini hoplatmaya yetmişti. Öylece bakakaldı. Biraz da muzipçe “şu kızı alın evleneyim” dedi. Baba bunu duymuştu: “hadi oradan, sen kim oluyorsun da böyle bir kızla evlenmeyi umuyorsun, sen ortaokul mezunu bile değilsin, o kız üniversite mezunudur” dedi.
Anne Osmanlı bir kadındı. Babaya şöyle bir baktı “sür oğlum kızı takip et” dedi. Genç adam hem şaşırdı. O bir anaydı, kırılır mı hiç. Sevinçle ama umutsuz kızı evine kadar takip etti. Ana arabadan indi, kızın kapısını çaldı. Allah’ın emri ile kıza talip oldu. 2 ay evvel kızın sakız kağıdından çıkan kırmızı renkli otomobil resminin mahalleliler tarafından bilinmesinin de etkisiyle olumlu cevap verdi.
Genç adam ne yapacağını şaşırdı. Şakayla başlayan hayali gerçek oluyordu. Hazırlık fazla sürmedi. O zarif, güzeller güzeli Antalyalı kız Konya’ya gelin oldu. Delikanlı aklını kaçırıyordu. Tüm istekleri yerine gelmiş, bir bakışta âşık olduğu kız gönlünün sultanı, evinin hanımı olmuştu. Nihayet onun da hediye alacak bir hatunu vardı. Adam evliliğini cesur ve kararlı anasına borçlu olduğunu hiç unutmadı.
Genç adam üç kızın tek kardeşiydi. “Bakana bakarlar” inancı ile bu yaşa kadar hiçbir kız arkadaş edinmeyen adamın kadınlar hakkında pek bilgisi yoktu. Her evlilik gibi çalkantılar olsa da cesur, bir o kadar da cömert olan Konyalı çok mutluydu. Eşini çok seviyor, onu daha da mutlu etmek istiyordu. Ancak aşkını lüks ve pahalı eşyalara endeksli ispatlamak istiyordu. Bu havayla geleneklerin de baskısıyla bir hanıma nasıl davranılır bilmiyordu. Güzeller güzeli eş daha çok sadelikten ama zarafetten, nezaketten ve duyguların karşılıklı paylaşımından yanaydı; sıkıntı buydu.
Bu konuları tartışırken kadın “sen ne zevksiz adamsın, aldığın kumaşlarda ne renk ne uyum ne de ölçü var” demişti. Buna bir anda patlayan adam karısını sarsarcasına aynanın karşısına getirerek; “bak, ben mi zevksizim, sen mi. Benim seçtiğim kadın bak, bir de senin seçtiğin adama”. O kadar içten ve samimi söylemişti ki, kadın bu iltifat karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Karşılıklı gülüşerek aşklarını tazelediler. Aşk böyle bir şeydi, işte.
Adamın değişmeye ve tabiiliğini bozmaya niyeti yoktu, hiç de olmadı. Zaman zaman tartışmalar olsa da aşkları hiç bitmedi. Kadın oldukça sabırlıydı, artık kocasının bu fevri çıkışlarına aldırmıyor, onu anlıyordu. Evlilikleri 40 yıl kadar sürdü. Dünya güzeli iki evlatları da vardı artık.
Yıllar geçiyordu. Yaşlılığın ve hastalıkların verdiği yorgunluklar kendini göstermeye başlamıştı. Kadın hasta, hastalığı çağımızın illeti olan kanserdi. Adam üzülüyor, kurtulması için her şeyini harcıyordu. Lakin ecel denen sürece gücü yetmiyordu. Sevgili eşi gönünün önünde eriyordu. Nihayet kaybetti. Ancak sadece eşini değil; aşkını, arkadaşını, dostunu, direğini, en iyi destekçisini kaybetti.
Adam 70’li yaşlara gelmişti. Uzun zaman Antalyalı kız gibi bir eş aradı. Ama bulamadı. Sonunda evlendi. Ama hala kaybettiği aşkının duruşu, hanımlığı, ağırlığı ve güzel hayaliyle avunuyor.
Bu hikaye bir gerçek hayattan alınmış, abimizin izniyle yazılmıştır. Rabbim herkese böyle bir aşk nasip etsin.