Televizyon karşısında oturup birtakım adamları dinliyoruz. Yeni aydınlarımız, köşe yazarlarımız, kanaat önderlerimiz (bir de hoca efendiler). Kahir ekseriyetinin analizleri, siyasi öngörüleri çürüktür, eskilerinden beterdir. Öncelikle yenisiyle, eskisiyle hepsi için, televizyon aydınlığı için söyleyelim. Televizyon aydınlarında iki teorik noksanlık: birincisi sorun görme ufkudur. İkincisi ise sorun çözme çabası. Pratik sorun ise ahlakidir. Bence tepeden tırnağa ulusal bir yetersizlik bu. Hani hep bir laf, döner durur ağızlarda “aydın kimliği” diye. Yine iki sorunlu kelime “aydın” ve “kimlik”. İki kavram da Türkiye’de sıcak bir çatışma alanına işaret eder.
Aydın tipolojisi, iktidar çevrelerine münhemiktir, kıvam ve şekil değiştirme istidadını gerçekleri ortaya çıkarma ve bir öneri getirme görevinin yerine kor. Aydınımız, periferisindeki eçhellerden görüp tiksinti duyduğu düşkünlükleri, felsefe yapma kabiliyetiyle kendi evreninde evcilleştirmiştir. Düpedüz bir düşünlük içinde himayesinden istimdat diledikleri karşısında pereştişkârane konuşup diğer taraftan bizden saygı görmeyi umarlar. Toplumdaki duyum eşiklerin farkında davranıp acıtarak konuşmaya başladığınızda dikkatleri üzerinize çekebilir ve kendinizi dinletebilirsiniz nasılsa. Adına hâlden anlamak denir ancak normal koşullarda bu istismar olarak tanımlanır. Birinin diğerinin hakkına tecavüz etmesi demektir. Peki öyle midir, istismar mıdır, oydaşma mıdır acaba?
Televizyondaki popüler dinî yayınlara baktığımda birçoğunda, özellikle bu tür programların sorulu cevaplı bölümlerinde, müşterek bir dilin egemenliğine şahit oldum. Soru sorandaki bedensel durum dikkatimi çekti, genelleyerek söylemem gerekirse şöyle: Kişi soru soruyor, devamında cevap rüknü başlar başlamaz bir soru soranda sanki karşındakini test eder bir tavır hasıl olup tasdik etme, onaylama devreye giriyor. Onaylama, bir bakımdan kendisinden mutmain olma durumunu tarif ediyor. Bir beden tepkisi, önlenemez biçimde “ben de aynen öyle biliyordum” manasında tekrar edip duruyor. Soru soranın, aldığı cevabı tasdiklemesi, nasıl bir hâletiruhiyenin tezahürüdür? İşin bu kısmını irdelemek haddimi fazlasıyla aşar. Düşünmek lazım; ama şu kadarını diyeyim. Yol vermek derler bilirsiniz, ikili bir anlama sahip bu deyim iki anlamıyla da örneğimizde geçerlidir. Deyim yerindeyse önderle kitle yer değiştirmiş gibi, sözüm ona kanaati olana neyin nasıl konuşması gerektiğini öğretiyor halk. Ya izin veriyor ya tasfiye ediyor. Türkiye sosyolojisinde yükselişte olan halkın (söylemsel açıdan “yeni” iktidar alanı) dokunulmaz üstünlüğüne epistemik gedikten girmenin ve koridorlarında biraz oyalanmanın çarpıcı sonuçları olabilir.
Neyse. Bizdeki aydının, hatta bu kelime çok soğuk ve saçma geliyor, monşer (“eski” aydınlar) gibi bir şey, kanaat önderi diyelim, evet bizdeki kanaat önderinin vaziyeti de cevabına tasdikle karşılık veren meraklıdan farkı yok. Kanaat önderimiz, eğitimi, portfölyösü, cv’si, ihtisası nedir ne değildir bilinmiyor, ancak Balzac’ın aydınlar için söylediği gibi büyük bir kalabalığı yoldan çıkarma fırsatını bulmuş, sere serpe konuşuyor. Biz onu tek, mikrofona konuşan, arada bir ekrana bakarak inandırıcı bakışlar atan, mimik yapan bilgi yüklü biri zannediyoruz. Oysa öyle değildir. Kanaat önderimiz, gerek gazeteci gerek akademisyen gerek aktivist kılığında görünmez bir kitle ile ekrandadır ve her sözü âdeta o kalabalık yığın tarafından onaylanmaktadır. Benim burada gördüğüm ise bir üst paragraftakinden farklı değil, biraz ironik duracak belki; ama şöyle, kitleyi aydınlattığı düşünülen, bilginin, analizin, öngörünün sadır olduğu o kimse aslında bir soru/n olarak bulunmaktadır ve verili kolektif bir yanıtın ürünüdür. Tıpkı popüler din programlarında sorusuna cevap geldiğinde hoca efendiyi kendindeki önceki bilgilerle çelişmediği için marziyye makamından tasdik eden, ancak bu koşulla yücelten halkımız gibi.
Bu durumda kim kimi aydınlatıyor? Kim kime yol veriyor? Düşünün, bulun.