Aktivist yanıyla tanınan ünlü siyasetbilimcisi Noam Chomsky, İsrail’in katliamlarına çanak tutan ABD’yi ağır sözlerle eleştirdi. Son açıklamasında, Müslüman toplumlara karşı apaçık ihanetle suçladığı ABD’yi siyonizmin askeri, siyasi, diplomatik ve ideolojik destekçisi olarak gördüğünü söyledi. Bundan yaklaşık bir yıl önce Noam Chomsky’ye söylemediklerini söylemiş gibi yaparak ağır bir haksızlık ettik. Hakkında “bunak” falan denerek çok terbiyesiz bir şekilde mağdur edildi Chomsky. Ama o, entelektüel ahlaka uygun davranarak bir hakkı yerine getirmekten geri durmadı, İsrail’e karşı sesini yükselten tek sesin “güçlü tavrı”yla Türkiye olduğunu söyledi. Washington’dan bu hakkı teslim etmek, öyle Amerika’yı özgürlükler ülkesi olarak tanımlayan kimileri açısından kolay görünebilir, o birileri için her şey kolay ve ucuz; fakat hiç de öyle değil işte. Çünkü adaletli konuşmanın zorluğunun ne Amerika’da olmakla ne Konya’dan konuşmakla bir ilgisi var.
İki gün önce BM’nin New York’taki daimî temsilciliği önünde İsrail’in bir aydır sürdürdüğü soykırımı protesto etmek amacıyla toplanan göstericiler yaka paça göz altına alındı. Elleri arkadan kelepçelenen eylemciler başında Türkiye’de Chomsky kadar tanınmayan bir akademisyen vardı: Norman Finkelstein. Ailesinin neredeyse bütün fertleri Nazi kamplarında katledilen bir Musevi olan Finkelstein için hayatın tek esaslı anlamı var: Hakikat. Hayatını öğrendiğimde hem şaşkınlığım hem hayranlığım arttı. Söyledikleri, yazdıkları yüzünden okuldan kovulmuş, toplumu tarafından lanetlenmiş biri. Bunu nasıl başardığını bilmeyi ve anlamayı çok istedim. Aklıyla duygularını birbirine karıştırmadan sadece ve sadece gerçeğin derdinde olmayı nasıl becerebilir bir insan? Ailesine, inancına, insanlığına saldırılmasına, yok edilmek istenmesine rağmen mağduriyetinin bedelini şımarıkça diğer insanlara ödetenlerden olmayıp nasıl hâlâ “adalet” diyebilir?
El Cezire televizyonunun Finkelstein’le ilgili yaptığı belgeseli izlemenizi tavsiye ediyorum (İnternetten bulabilirsiniz). Ama niçinler ve nedenler üzerinde kafa yormanız için, derin düşünmeniz için istiyorum bunu. Kendini ezelden haklı bilmenin, görmenin nasıl tehlikeli bir şey olduğunu anlamanız için istiyorum. Mağduriyetlerin bizi haklı tutmaya yetmediğini, her an ve koşulda adaletle davranmakla, adaletli düşünmekle mükellef olduğumuzu anlamanız için istiyorum.
Böyle anlarda aklıma hep şu çocukluk açmazım, ürpertici ihtimal olarak düşer aklıma: ya masum bir bebek olarak uzak ve farklı bir coğrafyada dünyaya gelseydim... O zaman da tevarüs etmiş inancımdan, öğrenilmiş erdemlerimden şimdiki olduğu kadar emin davranacaksam gurur duymaktan çekinmediğim hâlihazırdaki “hakikat”lerime nasıl kavuşacaktım? Ucunu kestirebildiğim ve sonuçlarını aklımla temyiz edebildiğim için bu ihtimalin ürpertisi daha yıkıcı bir şiddetle sarsıyor beni.
Lisedeydim, yine bir açmaz oluşmuştu zihnimde. Oturmuş “Krasilovkalı Tatyana’ya Dua” başlıklı bir şiir yazmıştım. Babası kuş uçmaz kervan geçmez bir Rus köyünde domuz çobanı olan bir kız çocuğunun varoluşunu sorguluyordum orada. “Babanın domuz çobanı olması suçun değil.” diyerek aklamak, aydınlığa taşımak istiyordum o “sapsarı elleri olan” o çaresiz küçük kızı. Kaderindeki gediği adaletle kapatmak istiyordum. Öyle ya kulağına benimki gibi ezan okunmamış zavallı kız... Konya’da o dönem Mustafa Çalışkan’ın sahibi, İbrahim Demirci’nin editörü olduğu Çerağ adında bir dergi çıkıyordu. İlk sayısında yayımlanmıştı bu cılız yakarışım (Yayımlanan ilk şiirim). Şimdi kimbilir nerede o kız, nasıl yaşıyor?
Son olarak nerede ne şartlarda doğmuş, hangi verili kodlarla yetişmiş olduğumuzun “hakikatli bir hayat” sürmemizde hiçbir etkisi yok demek durumundayım. Eğer öyle olsaydı, Profesör Finkelstein, bugün pek çok İsraillinin yaptığını yapar; Auschwitz’in, Majdanek’in acılarını Gazze’nin bombalanmasıyla uyuşturma yoluna gider, yapılanı ilahî adalet bilirdi.