Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1944 yılında Ülkü Mecmuasında tefrika edilen ilk romanıdır. Tefrikanın sonundaki kayda göre eser yarım kalmış; bu hâliyle, yazarın vefatından çok sonra, ancak 1975 yılında kitap olarak yayınlanmıştır. Oğuz Atay, Jane Austen gibi bazı yazarların ölümleri sebebiyle yarım kalan eserleri mevcuttur; fakat bu romanın durumu farklıdır. Tanpınar, romanı isteyerek mi yarım bırakmıştı? Yani romanın bu eksik hâli kurgunun bir parçası mıdır, yoksa tamamlamak istememiş midir? Bu soruların tatmin edici bir cevabı şimdilik yok gibi. Edebiyatımızda Tanpınar eserlerine gösterilen alâka günbegün artıyor. Kuşkusuz roman nev’inin Türk edebiyatındaki yeri tayin edilirken Tanpınar, bugün olduğu gibi -belki daha fazla- yarın da üzerinde durulacak en mühim yazarlarımızdandır. Onun romanları pek çok araştırmacı tarafından titizlikle incelenmiş ve bu vetire hız kesmeden devam etmektedir. Tanpınar romanlarının hangi tür roman kategorisinde yer alması gerektiği de müphemdir. Şahsî kanaatim, Tanpınar’ın bütün romanları birer deneme(essai)-roman özelliği gösterir. Buna geçmeden evvel ‘bütün romanları’ ifadesi üzerinde yeniden düşünmemiz lazım gelir.
Acaba Tanpınar tek ve büyük bir roman yazmış olabilir mi? Yani, sırasıyla Mahur Beste, Huzur [tefrika: Cumhuriyet(1948); kitap: Remzi Kitabevi(1949)], Sahnenin Dışındakiler [tefrika: Yeni İstanbul(1950); kitap: Büyük Kitaplık(1973)] ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü [tefrika: Yeni İstanbul(1954); kitap: Remzi Kitabevi(1961)] adını verdiği romanları, çok sevdiğini bildiğimiz Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde nam eseri gibi tertip edilmiş olabilir mi?
Proust’un, pek çok yönden bağımsız olan ve farklı isimler alan romanları muayyen kavramlar (geriye doğru genişleyen bir şimdiki zaman gibi) aracılığıyla birbirine bağlanır. Literatürde “Nehir Roman” olarak bilinen bu tür eserler sanatçının edebî faaliyetinin süreklilik gösterdiğinin işaretidir. Benzer bir durum Tanpınar romanları için de vârit midir? Tanpınar’ın ilk üç romanı arasındaki bir kısım bağlantıdan dolayı böyle bir hükme varılabilir, hatta bazı araştırmacılar son romanın da bu zincire bağlı olduğunu düşünmektedir. Yine de temkinli olmak gerekir, zira Tanpınar, henüz ilk romanı Mahur Beste’de okuyucuyla oyun oynamayı sevdiğinin emarelerini gösterir.
Romanın içinde giderek silikleşmesine rağmen hemen başında ve sonunda başkahramanla (Behçet Bey) karşı karşıyayız. Behçet Bey’in silikleşen karakteri sonradan Sahnenin Dışındakiler ve Huzur’da da görülecektir. Roman, Tanpınar estetiğinin anahtar kavramlarını bir arada veren, yine Tanpınarvâri bir uzun cümleyle açılır:
Behçet Beyefendi, merhum zevcesi Atiye Hanımefendi’nin bundan otuz beş sene evvel, sırf kadın inadını yerine getirmek için birdenbire küçük ve manasız bir hastalık bahanesiyle genç ve güzel hayatına veda ederek tek başına kendisine bıraktığı geniş ve eski yatakta, bu gece belki bu otuz beş senenin en sıkıntılı uykularından birini uyumuştu.
Tek başına bu cümle bile sabırsız okuyucuyu kaçırmaya yeter. Diğer taraftan meraklı ve sabırlı okuyucu için oldukça yerinde bir başlangıçtır bu. Zira yalnız romanda değil, hikâye ve şiirlerinde de Tanpınar için birer fikr-i sabit olan ‘zaman’ ve ‘rüya’ mefhumlarıyla ilk elden karşılaşmış oluruz. Bu cümlenin yer aldığı ilk bölümün adı “İki Uyku Arasındaki Düşünceler”dir. İlk sahnede görülen silahın sonraki sahnede patlayacak olmasına benzer biçimde bir Tanpınar anlatısında uyku varsa mutlaka rüya görülecektir. Üstelik bu rüya yahut rüyalar iç içe geçerek ve kimi zaman gerçekle karışarak büyülü bir atmosfer yaratacaktır. Hemen bütün hikâye ve şiirlerinde en başından beri dönüp durduğu rüya mevzusu bahsi geçen bölümün sonunda öyle bir hâl alır ki neyin rüya neyin düşünce olduğu kolayca kestirilemez. Esasında yazarın yapmak istediği de tam olarak budur. Yani, onun, şiiri için söylediği ‘uyanıkken rüya görme hâli’ romanda da işlenir.
Üslupçu yazarların bir tür soyaçekim denilebilecek taraflarından biri, anlatıyı bazen uzun cümlelerle ya da -elimizde olmayarak içine düştüğümüz bir kör kuyu gibi- tasvirlerle kesintiye uğratmalarıdır. Hiç şüphesiz sabırsız okur için bunlar lüzumsuz hatta bezdirici bulunabilir. Fakat unutulmamalı ki üslupçu yazarın tek derdi anlatmak değildir, o, her şeyden evvel hikâyesine uygun bir atmosferin peşindedir. Tanpınar, bu atmosferi yaratma hususunda, Mahur Beste’den dört yıl önce yayınladığı Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâyesinde muazzam bir başarı göstermiştir. Kenan Akyüz’e itimat edersek, psikolojinin Türk hikâye ve romanında o güne kadarki en büyük başarısıdır bu eser.
Tam bu noktada bir başka anahtar kavramdan bahsetmek gerekir: iç âlem. 19. Asır boyunca özellikle Rus romancıların büyük muvaffakiyetle işledikleri bu mevzu Tanpınar’a gelinceye dek edebiyatımızın (Servet-i Fünun dönemiyle, Halide Edip, Peyami Safa gibi ilk teşebbüsleri dışarda bırakırsak) meçhulü gibidir. İç âlem doğrudan karakterle ilgilidir. Rüya atmosferindeki karakter(ler)in de belli ölçülerde ortamın gerektirdiği yapıda olması şarttır. Dikkat edilirse, Tanpınar karakterlerinin çoğu bir parça muvazene kaybı yaşayan, iç âlemleri itibarıyla sorunlu kişilerdir.
Mahur Beste’nin başkişisi Behçet Bey de böyle biridir. Bir taraftan kitap ciltleyen, saat tamir eden, eski, kıymetli ve güzel olan her türden eşyayla yakından alâkadar olan bu naif Şûra-yı Devlet azası, diğer yandan zavallı, insanlardan kaçan, babası da dâhil olmak üzere herkese ve her şeye yabancı bir adamdır. Eşyalar ona bir ‘firar kapısı’ açan tılsımlı şeylerdir. Kendince kurduğu bir geçmiş zamanı yaşayan adamdır: “Onun için eskilik ayrı bir şeydi; o zamanın takdisi idi; insan elinden geçmek ve insan hayatına girmekle eşya tabiatından ayrı bir sıcaklık kazanır, adeta insanileşirdi.”
Bu roman ilginç bir biçimde tersten okumaya da müsaittir. Romanın sonunda anlatıcının Behçet Bey’e yazdığı bir mektup bulunur. Biz bu mektup sayesinde romanın niçin yazıldığını öğreniyoruz. Yazar-anlatıcı, Behçet Bey’le ilk karşılaştığında ondan hikâyesini dinlemiş ve bunu olduğu gibi aktarmıştır. Fakat mektuba bakılırsa ne Behçet Bey’in ne de anlatıcının kim olduğu belirsizdir. Gerçekten Tanpınar’ın tanıdığı biri miydi Behçet?
Siz de garip bir mazhariyet var, Behçet Bey; herkes gibi maddesiyle gezinen bir insan olduğunuz hâlde bir rüyaya benziyorsunuz. Belki de hayatınızı doğru dürüst yaşayamadığınız için bu tesiri yapıyorsunuz. O kadar ki, yaklaştığınız insanlara kendinize mahsus bir zamanı aşılıyorsunuz. Bölünmezlerin bölünmezi, çekirdek hâlinde bir zaman…
Tanpınar, yıllar sonra tıpkı Behçet Bey gibi diğer bir başkahraman Hayri İrdal’la da sokakta karşılaşacaktır. Bu karşılaşmaların niteliği, gerçekliği gibi hususlar onun romanına hangi boyutta girmiştir, orasını bilemiyorum; fakat Tanpınar bütün bu rastlantıları bile-isteye gizler. Çünkü onun için asıl mühim olan, unutulup gidecek bir hayatı bir ‘çekirdek zaman’ içinde canlı tutmayı sağlamaktır: “Hikâyenizi yazmamış olsaydım hangi vesileyle kendinize bu kadar dikkat edecektiniz?”
Büyük romancılar hikâye üzerindeki tasarrufları kadar, belki ondan da fazla, yeni bir roman dili bulmak peşindedirler. Tanpınar’da bu bulma heyecanı şöyle dillendirilir: “(…) Onun için sadece bir lezzeti bulmam lazım gelen bir yerde ben birtakım gizli şeyler öğrenmeyi, şeklin büyüsünü bir izahla kırmayı tercih ettim.” Bu cümle, hiç şüphesiz ‘şair Tanpınar’ ın hiç de kabul edemeyeceği türdendir. ‘Şekli kırmak’ şair için bağışlanmaz bir günahtır. En azından hocasından, Yahya Kemal’den aldığı şiir terbiyesi buna katiyen müsaade etmez. Kabul edelim ki ‘romancı Tanpınar’ bambaşka biridir. Onun nesirdeki karar alışları, itiyatları ne şairliğiyle ne de gündelik hayatıyla uyuşmaz niteliktedir. Mahur Beste’de şeklin büyüsünün kırılmasıyla zaman içinde bir yolculuk başlar. Zaten 1944’te Mehmet Kaplan’a yazdığı bir mektupta da bu ifadeyi kullanacaktır: “Mahur Beste adlı bir yolculuğa çıktık…”
Oğuz Demiralp, romanın yarım kalmışlığı üzerine şöyle diyor: “Bitemezdi bu roman, çünkü anlatının bel kemiği olabilecek, çevresinde bir bütünlük kurabilecek bir durum, bir olay yok; A. Hamdi’ye göre romanın temel ögesi olan tek bir birey hiç yok.” Gerçekten de romandaki olaylar arasında ne kronolojik ne de anlam itibarıyla bir bütünlük yoktur. Konu bir yerde aniden kesilir, sonraki bölümde romana yeni dâhil olan kişiler ve onların hikâyeleri anlatılır. Diyebilirim ki bu hâliyle Mahur Beste, tek sezonluk Netflix dizilerine çok benzer. Diğer yandan, sanki Tanpınar, klasik şiirin beyit bütünlüğünü nesre uygulamak istemiş de olabilir. Bir gazeldeki beyitlerin şiirin bütününden âzâde olması gibi bu romanın her bölümü bağımsız birer küçük hikâye özelliği gösterir.
Peki, bütün bunlar bir kusur sayılabilir mi? Az evvel Tanpınar’ın bir çeşit büyü bozumu yaptığından bahsetmiştim. O, başlayan ve biten bir roman yerine başlayan ve devam eden bir roman yazmak istemiş gibidir. Demiralp’in romandaki birey yokluğu üzerine yaptığı tenkide Tanpınar romanın içinden cevap verir: “Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür.”
Mahur Beste, Sultan 2. Abdülhamid devri esas olmak üzere, geriye doğru Sultan Abdülaziz, ileri doğru da Cumhuriyet devrinin başları arasında gider gelir. Bu zaman planı, Tanzimat sonrası Türkiye’sinin geçirdiği değişimin ipuçlarını vermek içindir. Fertten çok cemiyetin, şahsi kültürden çok medeniyetin romanıdır Mahur Beste. Bütün bir 19. Asır boyunca kademe kademe çözülen Türk insanının trajedisi, bu trajedinin medeniyet üzerindeki tesirine odaklanarak sunulur. Bana göre romanın mihveri de olan aşağıdaki satırlar bu düşünceyi doğrular:
“-Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflâsı nedir, bilir misin? dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet, insanı yapan mânevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü?... Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde ortaya çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.”
Başta, Tanpınar romanlarının deneme-roman özelliği gösterdiğini söylemiştim. Şair Tanpınar’ı dışarda tutarsak diğer bütün Tanpınar’lar daima söyleyecek sözü olan adamlardır. Şiir telakkisini Yahya Kemal, Haşim, Valery üçlüsünden alan şair Tanpınar için şiirde düşünceye yer yoktur. Çünkü bu telakkiye göre şiir anlaşılan değil, sezilen sözdür. Diğer bütün eserleriyse birer fikir sağanağı gibidir. Roman ve hikâye için zayıflık addedilebilecek ölçüde eserin içine giydirilen bu fikirler kanaatimce Tanpınar’ı diğer Türk romancılarından ayıran tarafıdır. Biraz ileri giderek, onun romanlarının vaka etrafındaki düşünceden değil, düşünce etrafındaki vakalardan oluştuğunu söyleyebilirim. İşte Mahur Beste’nin tam ortasına yerleştirilen “Garip Bir İhtilalci” adlı bölüm, vaka zamanının ortasına denk düşen 2. Abdülhamid devri gibi romanın fikir tarafının merkezini oluşturur. Romanın asıl yazılma sebebi bence uzun bir ‘deneme’ özelliği gösteren bu bölümde cisimleşir.
Sabri Hoca, Behçet Bey’in babası İsmail Molla’nın medrese arkadaşıdır. Romanın ana karakterlerinden olmamasına rağmen Sabri Hoca; çocukluğundan başlayarak mason locasına girişine, Sultan Abdülaziz’in hâl edilişindeki ve Ali Suavi olayındaki rolüne, hatta birtakım karakter özelliklerinin derinlemesine işlenişine kadar olanca teferruatıyla birden romana dâhil olur. İyi de bir aile hikâyesi olarak kurgulanan eserin içine bu garip ihtilalci niçin bu derece kuvvetle girmişti? Bu sorunun cevabı İnci Enginün’ün hem hocası Mehmet Kaplan hem de Tanpınar için kullandığı ‘kültür milliyetçisi’ kavramındadır. Tanpınar, yalnızca bir masalı olan değil, aynı zamanda tarih şuuru olan adamdır. Bu yüzden romanın ortasına küçük bir manifesto yerleştirmekten geri durmaz: “Fikirlerimiz onları taşıyacak kudrette oldukları nispetçe bizimdirler.”
Mahur Beste, yıkılan bir imparatorluğun, dağılan bir cemiyetin, içten çürüyen ferdin romanıdır. “Mazi daima mevcuttur” diyen bir romancı ister istemez bu muhasebeyi yapacaktı:
Niçin bu kadar bîçareyiz, ümitsiziz? Neden her tuttuğumuz dal elimizde kalıyor? Bu memlekette sadece fena şey mi yapılır? Bütün hesaplarımız bozuk mu? Hiçbir faziletimiz kalmadı mı? Ne Aziz devri; ne Hâmid devri dünyada bir milletin tahammül ettiği fenalıkların en büyüğü değildir. Mesele yıkılış hâlinde olmamızda, içinde yaşadığımız şartlar aleyhimize dönmüş…
Bundan sonra konuşan sadece Tanpınar’dır. Öylesine coşkuyla konuşur ki ortada ne roman ne de romancı kalmıştır. Karakterler sıradan birer kukladır artık. Yakın tarihi cürufundan temizlemeye and içmiş gibidir. Gömlek değiştirir gibi medeniyet değiştirmenin bütün sancılarını yaşamış bir neslin çocuğu olarak ve geriye dönüp kaybedilenlerle meşgul olur:
“Gene anladım ki bizim şark, Müslümanlık, şu, bu diye tebcil ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itrî’nin Tekbir’i, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır.”
Bir tarafıyla da bu roman, ulema sınıfının geçirdiği dönüşümü göz önüne serer. Yeniçeri Ocağı’nın lağvıyla başlayan Osmanlı ilmiyesinin düşüşüne odaklanır. Tanpınar’a göre asıl sahip çıkmamız gereken kendi hayatımızdır. Şeklî değişiklilerin geçici muvaffakiyetler sağlamaktan öte gitmediğini bizzat kendi hayatında müşahede etmiştir. Bugüne kadar Mahur Beste tenkitlerinde üzerinde durulmayan, romanın bu müstesna tarih okuması tarafıdır. Romana ismini veren ‘mahur’, yalnızca bir Türk musikisi makamı olması yönüyle değil, “insanın tenine yapışan acı bir çığlık olarak” tarif edilen bütün bir cemiyetin iflasının acısını yansıtmasıyla mühimdir. Çünkü fikir adamı Tanpınar’a göre Batı medeniyetiyle yarışta Müslüman Türk’ün en kuvvetli taraflarından biri de asırlar içinde yarattığı bu musikidir. Sonraki romanlarda da Türk müziği bütün canlılığıyla kendini hissettirecektir.
Netice olarak Mahur Beste, roman türünün gereklerini yerine getirmek noktasında zayıf, hatta başarısız bir eser olarak değerlendirilebilir. Genç Tanpınar bu ilk denemesiyle büyük romancı payesi almayacaktır, fakat Türkçeyi kanatlandıran bir ifade gücüne henüz ilk romanında ulaştığı şüphe götürmez. Bütün kusurlarına rağmen bu romanı okumaktan geri durmayız, çünkü yazıldığı tarihte klasik şiir, klasik musiki gibi klasik Türkçe de sekerat halindedir. Mahur Beste, Türkçenin bu son büyük nasirinin lisana bir hediyesi olarak görülebilir. Bununla beraber romanın asıl gücü büyük bir ‘yaşama üslûbu’nun savunması olarak okunması icap eden şu satırlardadır:
Şark öldü, diyorsun. Ahmet Ağa öldü gibi bir şey bu. O benim iki elim, iki ayağımdır. Sonra severim de. İstemem ama varsın ölsün; yerine elbet biri gelir. Zaten şark nedir? Bir kelime… Kelimeler varsın ölsün. Asıl yaşaması lazım gelen ölmez. O, bizim hayatımızdır, o değişir. Değiştikçe de yaratır. Arkasında kendisini yapan kuvvetle o duruyor. (…) Hislerimle etrafımdaki şeylere bağlıyım. Onların içine gömülmek isterim. Ne ise… Bütün bunlardan kurtulmanın yolları olsa gerektir. Fakat ne kadar değişirsek değişelim, yapacağımız her yeni şeyde bu memleketin kendisinden gelen bir damga olacaktır. Onu doğuracak olan bu anadır.