Bazı tarihler vardır ki sadece rakamdan ve günden ibaret değildir.
Adı, ruhu ve yarınlara dair umudu vardır.
Ayrıştırıcı değil birleştiricidir.
Yönünü kaybedenlere yön, yolunu kaybedenlere yol olur.
Durup düşündürür, daldırıp başka diyarlara götürür.
Hüznü, sevinci, özlemi, gayreti, şükrü, tebessümü, zarafeti, letafeti ve dahi akla gelmeyen yani aklımıza dahi getiremeyeceğimiz her türden farklı yanı tadımlık sunar bizlere.
O tarih ki; toprağın yeryüzünü örttüğü gibi öznesi olduğu coğrafyanın üzerine serpilir ve dil, din, ırk farkı gözetmeksizin zenginliğe sebebiyet verecek cömertliği sunar bizlere.
Biz o tarihten öğreniriz yüce gönüllülüğü.
Dağ, taş, engebe demeden varmamız gereken yerlere varmayı ve vardığımız yerlere güneş olmayı o tarih öğretir bize.
Yük olmaktan ziyade yük almayı alışkanlık haline getirmemize vesile olur.
Gayret ve zahmet denildiğinde bir takvim yaprağının çehresi az çok belirir düşüncesini her gözbebeğinin incesine işler.
Kendisine şiir yazılmasından büyük haz alır. Ve muhataplarına başka çare bırakmaz. Öylesine derin ve tatlı bir keder.
Doğruyu bilip yanlışı sezmekte üstüne yoktur. Olmayana keşke dedirtmez ve olana da sevindirtmez.
Zira ölçüyü ve tartıyı tecrübeyle sabitlemiştir.
Ve herkesin de nasiplenmesini ister.
Bazen iyi bir şeyin fazlası iyi değildir, sadece fazladır düşüncesini dört koldan düşünmemizi arzular.
Mutlak ve muhakkak getiri manasında değil, götürü anlamına denk düşecek şekilde de tahayyül ettirir.
İnsanın beklemeyi unuttuğunu çok iyi bildiğinden unutulanları öyle bir bildirir ki insanı nisyandan türeyip türeyeceğine pişman eder.
Tarih, derin biz ise yüzme bilmeyiz. Yüzmeyi öğrensek bile hududumuzu bilmeyiz.
Bundandır ki parça parça verir vermesi gerekenleri.
Hem sindirelim hem de hazmedebilelim diye.
Sezai Karakoç’a rahmet vesilesi olsun:
‘Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı. Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum.’
Bizimki de aynı bu hesap işte. Bizim aşkımızda kurşun gibi.
O tarif çok iyi bilir.
Yılan yollarda geçen yalan yılları anlamlandırıyorum diye böbürlenmez.
Gurur, kibir ve enaniyet duygularını derisinden neşterle kazımış olandan bahsediyoruz!
Bize veren vereceğini her dem olgunlukla verir de biz alacağımızı uygunlukla alabilecek miyiz, bunun derdine düşelim dedirtmez bize.
Vakur durur, mütevazı davranır.
‘Ölelim ölmez iken, yine ölmemek için’ kıvamını çok sever ve çok farklı bir muhabbet besler.
Ölüme köle olup kökleşerek büyümek… Var mı ötesi?
Ölümden bahsetmişken bir kere daha Sezai Karakoç diyelim mi:
‘Herkes dilimin ucunda, sen canımın içindesin’
Can ve ölüm…Tek perdede sahne alan iki aktör olduğundan görmezden gelmek istemedim.
Bir de Sultan İzzeddin Keykavus diyelim:
‘Biz ki dünyayı terk edip göçtük,
Gönül derdi ektik, matemler biçtik
Davamız illa adalettir dedik
Şimdiden sonra nöbet sizindir.
Biz sıramızı savdık ve geçtik…’
Nöbeti tarihe, tarihi de nöbete tutturan efendiliğe müteşekkiriz.
Ben bu noktada yani tarih nöbet ilişkisinde ağzı kapalı balıklara çok gıpta ederim.
Nedendir bilmem ama nöbet tuttuğum, tutacağım ve tutturacağım tarihe layık olabilmek için zannımca.
Namussuza ballı kaymak yedirip, namusluya taş yutturmak değil niyetim.
En çok da herkesin razı olduğu haksızlıklara isyan etmek kolay değildir diye bilmek için nöbetteyim.
Nöbet esnasında kesin kes İsmet Özel aklıma gelir ve selam ederim:
‘Bizler silinmez isimlerin bıraktığı silinmez izler üzerinde bir şey olursak olabileceğiz’
Onun selamıyla ona selam ederim.
Ve yazıya noktayı koyarken başta Cumhuriyet’in banisi Mustafa Kemal Atatürk’e ve bu tarihe iz bırakmış değerlilere saygı ve sevgi ifadesinde bulunmak isterim.
Nice yüzyıllara…
Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun…
Selâmetle…