Milli kimlik ile dil arasındaki ilişki tespit edilmeden evvel bu kavramların açıklığa kavuşturulması icap eder. Her şeyden önce milli kimlik deyince, tarihi perspektifte “devlet” olarak zuhur eden, gerçekte devleti oluşturan milletin esasını/özünü teşkil eden unsurların bütününü anlıyoruz. Her millet, tarihi süreçte bu unsurların birbirleriyle uyumu nispetinde devamını sağlayabilmiş; unsurlar arası ilişkilerin zayıfladığı oranda da gücünü yitirmiştir.
Bir milletin kimliğini oluşturan pek çok unsur vardır: Din, coğrafya, örf ve âdetler, kültür, tarih şuuru… Ne ki dil, bütün bu unsurlar içinde en mühim ve kapsayıcı olanıdır. Zira dil, bir nehir misali kendi yatağında akar ve geçtiği yerlerden önüne çıkan bütün malzemeyi yine kendisine ekleyerek yoluna devam eder. Dilin bu işlevi, milli kimliği oluşturan diğer unsurların da varlığını sürdürme görevi üstlendiğinin ispatıdır. “Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet, yani millet haline getirir.”( Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, sy.35.)
Türkçenin tarihi seyri incelendiğinde, üç büyük yazı dili halinde yayıldığı görülür. Bunlar: Kuzey, doğu ve batı Türkçesi’dir. Burada, yazı dili ile konuşma dili arasındaki farka da temas etmek gerekir. Konuşma dili, zaman içinde kaybolan/unutulan bir yapıdadır. Yazı dili ise eserler yoluyla takip edilebildiği için kaybolmaz. Türkçe, binlerce yıllık bir konuşma dili, en az iki bin yıllık da bir yazı dili geçmişine sahiptir. Asya, Avrupa ve Afrika’da konuşulup, yazılmıştır. “Bu sahalarda tarihi zaman yürüyüşünün neticesi olarak ve Türk kavimlerinin teşekkülüne uygun bir şekilde dal budak salıp, Türk dilinin birçok lehçe, şive ve ağızları ortaya çıkmıştır.”(Muharrem Ergin, Üniversiteler İçin Türk Dili,sy.62) Bugün Türkiye Türkçesi adını verdiğimiz dilimiz, batı kolunun devamı niteliğindedir. Batı Türkçesi, diğer kollara göre en güzel bir biçimde işlenmiş ve gelişmiş olanıdır.
Türkçe, milli kimliğimizin yapılanmasında nasıl bir rol oynamıştır? Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda dilimizin gücünü nerden aldığının da cevabıdır. Şairin “O mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” dediği gibi Türkçenin ne denli zengin ve işlek bir dil olduğu maalesef entelektüel zümre içinde dahi yeterince kavranmış değildir. Asırlar boyu dilimiz gerek edebiyatta gerekse bilimde oldukça etkin bir şekilde kullanılmış, nice şaheserler vücuda getirmiştir. Türk medeniyeti tarihi böyle birçok örnekle doludur. “Gözün kendi kendisini görememesi mazereti bir ayna parçası karşısında iflas eder.”(Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, sy. 10) İşte ülkemiz aydınlarının -bir kısmının- durumu buna benziyor. Her fırsatta Türkçenin bilim dili olamayacağı, ifade kabiliyetinin yetersizliği gibi tezler öne sürülmektedir. Bu tezlerin aklıselim vicdanlarda karşılığı yoktur. Türkçenin ilk yazılı belgesi olarak kabul ettiğimiz “Orhun Yazıtları”, Türkçenin gücüne ve milli kimliğimizin inşasında oynadığı role en güzel örneklerden biridir. Çinli Buda rahiplerinin etkisiyle, hakikatte savaşçı bir toplum olan Türklerin, belli bir devirde bu özelliklerini kaybetmeleri ve esaret altına girmeleri; sonrasında yine kendi milli benliklerine sahip çıkarak bu badireyi nasıl atlattıkları, yazıtlarda bütün Türklere birer ibret vesikası halinde sunulmuştur.
Edebiyat eserleri, kültürün, medeniyetin ve dilin sonraki nesillere aktarılmasında en önemli vazifeyi üstlenirler. 13. Yüzyıl Anadolu’su önce haçlı seferleri ardından da Moğol istilasıyla derin yaralar almıştır. Kütüphaneler yakılmış, kitaplar yok olmuş, Türk dili de bu istiladan payını fazlasıyla almıştır. Ne var ki Yûnus Emre şiirleriyle başlayan Türkçenin altın çağı yine bu yüzyılda neşet etmiştir. Ardından gelen Âşık Paşa, Necâtî, Fuzûlî, Bâkî, Nedîm gibi hepsi birer söz sultanı olan şair ve yazarlarla Türkçe gelişimini sürdürmüştür.
Türk tarihi gibi Türk edebiyatı da uzun asırlar boyunca çok farklı ve çoğu zaman birbirinden kopuk geniş bir coğrafyada hüküm sürmüştür. Diğer taraftan her biri köklü bir kültür ve dile sahip ülkelerle (sırasıyla Çin, Hint, İran, Arap) yakın komşuluk ilişki içerisinde olmuştur. Bu süreçte Türkçe, pek çok yabancı kelimeyi bünyesine almış, fakat bu kelimeleri yine Türkçeye has bir metotla Türkçeleştirmiştir. Paul Valery “Aslanın vücudu yediği hayvanlardan oluşur” der. “Akıl” kelimesi dilimize Arapçadan geçmiştir. Fakat bu kelime ile oluşturduğumuz onlarca deyim, tamlama (akıl erdirmek, akıl kârı, aklını almak, aklında bulunmak, akıl vermek, akıl yürütmek, akla ziyan, aklı başında olmak vs.) halis Türkçedir. Yabancı kelimeleri kendi sesine kalbetmek dilimize has bir meziyettir. Ülkemizde uzun yıllar tasfiye ve öz Türkçe tartışmaları yapılmış ve bunlar bir yerde faydalı da olmuştur. Bugün Türkçenin korunup gelişmesi ile ilgili konunun uzmanları tarafından geçmiş tecrübelerin muhasebesi yapılmalıdır. Teknik ve bilim alanındaki gelişmeler, daha önce hiç olmadığı kadar hızlıdır. Dolayısıyla dilimize her gün yeni kavramlar girmektedir. Bu kavramlara Türkçe köklerden yeni karşılıklar bulmak doğru olanıdır. Yahya Kemal’in “Türkçe, ağzımda anne sütü gibidir” sözündeki hassasiyeti dilimizden esirgeme hakkımız yoktur.“…Bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir, bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.”(Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dâir,sy.83)
İnsan anadilini öğrenmek için yaratılışından (genetik yatkınlık) gelen hazır bir donanıma sahiptir. Bundan dolayı herhangi bir yabancı dili öğrenirken kullandığı muhakeme mekanizmasına ihtiyaç duymaz. Belki de anadilin bu denli kolay öğrenilişi, ilerleyen zamanlarda dile olan kayıtsızlığımızın da gerekçesidir. Türk Dil Kurumu güncel Büyük Türkçe Sözlük’ te terim, deyim ve adlar dâhil olmak üzere yaklaşık 600 bin söz varlığı bulunmaktadır. Buna karşın, Türkçe konuşanların büyük bir kısmı bu hazineden mahrumdur. Günlük konuşma dilinde, üst düzey eğitim almış kişilerin bile, en çok 500 kelime ile konuştuğu düşünülürse buradaki mahrumiyetin mahiyeti daha iyi anlaşılır. Günümüzde yabancı dil öğrenirken, o dilin bütün gramer inceliklerinin detaylıca keşfedilmesine rağmen, Türkçe dilbilgisi kurallarının hiçe sayılması, Türkçenin doğru kullanımı ile ilgili hemen hiçbir çaba gösterilmeyişi, üzerinde önemle durmamız gereken bir husustur. Şurası gerçektir ki genç cumhuriyetin ilk ve en önemli kurumlarından olan Türk Dil Kurumu, Türkçenin sorunlarının çözümü konusunda, bizzat Türkçenin konuşurları tarafından yalnız bırakılmıştır. Resmi bir kurum olan Türk Dil Kurumu, Türkçenin korunup gelişmesiyle ilgili çalışmaları yürütmektedir, ancak Türkçe üzerinde araştırma-geliştirme çalışmalarının özel bir akademi tarafından yapılması elzemdir. Peyami Safa’nın yazılarında ısrarla üzerinde durduğu, Fransa dil akademisine benzer bir yapının mutlaka kurulması gerekir. Böyle bir akademi, Türkçeye hizmet eden yazar ve şairler, akademisyenler, öğretmenler ve dil bilincine sahip uzmanlardan teşekkül etmelidir. Zira bize sunduğu sayısız güzellikteki eserleriyle Türk dili, milletimizin her bir ferdinden, hak ettiği ilgiyi beklemektedir.
Sosyal kurumların hepsi gibi dil de kendi içinde tekâmül ederek gelişir. (Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, sy. 110) Gerçekte hiçbir dil saf değildir. Yukarıda işaret edildiği üzere Türkçe, bünyesine zaman içinde çok farklı kelimeler almıştır, ancak fiil kökleri hep Türkçe kalmıştır. Temelin sağlamlığı nispetinde ancak sıva çatlağı denilebilecek birtakım kusurları dev aynasında büyüterek kimse dilimize hizmet etmiş olmaz. Günümüzde Türkçe, artık bir kavga silahı olmaktan çıkarılmalı, hedeflenen “Büyük Türkiye Rüyası” nın en önemli unsuru olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Türkçenin kaderi, Türkiye’nin kaderiyle birdir.
Türkçe, mazisinden aldığı kuvvetle yoluna devam edecektir. Diğer yandan Türk milletinin tüm fertleri bu yolculukta azami dikkatle Türkçenin yanında olmalıdır. Öğrencilerimize Türkçenin klasiklerini okutmalı, dil bilinci ve dil sevgisiyle gönüllerini ve zihinlerini doldurmalıyız. 2017 yılının “Türk Dili Yılı” ilan edilmesi, Türkçenin güzel ve doğru kullanılması ve bu yolda atılacak adımlara ivme kazandırması bakımından mühimdir. Asırlardır devam eden “Türkçe” binasının yapımında her birimize düşen vazife, gönüllü olarak bu güzel binaya birer tuğla eklemektir.
KAYNAKLAR
Beyatlı, Yahya Kemal. Edebiyata Dâir, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 2015.
Ergin, Muharrem. Üniversiteler İçin Türk Dili, İstanbul: Nesil Yay., 1994.
Kaplan, Mehmet. Kültür ve Dil, İstanbul: Dergah Yay., 1996.
Safa, Peyami. Türk İnkılâbına Bakışlar, İstanbul: Ötüken Yay., 1999.
Topçu, Nurettin. Kültür ve Medeniyet, İstanbul: Dergâh Yay., 2015.