Yirmi yıl önceydi. Avrupa’daki Türk işçilerinin kurduğu bir şirketin yönetim kurulu üyeleri bizim şirketi ziyarete geldiler. Hepsi de o şirketin ortakları arasından seçilmiş işçilerdi. Şirketleri, yönetim hataları sebebiyle zor duruma düşmüş, bizimle bu konuda görüşmek istiyorlardı. Problemlerini bize anlattılar, çözüm konusunda istişarelerde bulunduk. Kendi aralarında uzun uzadıya görüştüler ve bize ortaklık teklif ettiler, biz de kabul ettik. İlk genel kurulda şirketin çoğunluk hisselerini ve yönetimini bize devredeceklerdi. Bir defaya mahsus olmak üzere Almanya’da bir genel kurul yapıp, şirket merkezini de Türkiye’ye aktarmamız gerekiyordu.
Genel Kurul hazırlıkları yapıldı, gerekli belgeler hazırlanıp, ilgili mercilere verildi, toplantıyla ilgili hiçbir eksik bırakılmadı. Almanya’da salon tutuldu. Almanya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerdeki beş yüzden fazla şirket ortağına toplantının amacını ve gündemini de belirten bir mektupla genel kurul toplantısı için davet gönderildi.
Aylar geçti, toplantı gününe az bir zaman kaldı. Ama Alman makamları bunu bildiği halde bizim vize incelemesini uzattıkça uzatıyordu. Zamanın ilgili Devlet Bakanı da konuyu biliyordu ve bizim vizeler için o da çok çabaladı ama nafile. Toplantı günü geldi çattı ve bize Almanya vizesi çıkmadı.
Bunu bizim bazı müstemleke kafalılara anlatsanız, bu durumda dahi Almanları haklı çıkarırlar. Aslında mütekabiliyet esasına göre bu durumda bizim de Almanlara vize uygulamamız gerekir. Ama maalesef onlar bize uyguladığı halde biz Almanya’ya vize uygulamıyoruz. Bu durum sadece Almanya’yla sınırlı değil, başka bazı ülkeler için de söz konusu. Bana göre bu en baştan kendimizi aşağı görmek ve aşağılanmayı kabul etmektir. Hatta bizzat kendi yöneticilerimiz tarafından kendi milletimize haddini bildirmektir. Bu, şahsiyetsiz bir dış politikadır. Milletimiz bunu hak etmiyor, bundan vaz geçilmelidir.
Şirket ortaklarının büyük çoğunluğu Almanya’daki genel kurul toplantısına gelmiş. Ama asıl katılması gereken bizler o toplantıya gidememiş olduk ve o şirket battı.
Ortaklardan topladıkları paranın büyük bir kısmını, yani milyonlarca mark tutarında parayı, yapacakları tesise ileride gerekli olacak makineler için kullanmışlar. Toplanan paralar belli bir miktara ulaştıkça, anlaştıkları bir Alman firmasına, alacakları makine bedeline mahsuben teslim etmişler. Sonradan öğrendik ki, Alman firması mal bedeli olarak ödenen bu parayı dahi bir sözleşme kurnazlığıyla kaparo sayarak, şirkete geri vermemiş.
Alman Konsolosluğu o genel kurul toplantısının mahiyetini, yerini, tarihini ve bizim sırf o toplantı için vize istediğimizi hem sözlü, hem de belgeli olarak biliyordu. Bunu bile bile dalga geçer gibi, vize verebileceklerine dair yazıyı, toplantı tarihinden altı ay sonra yani iş işten geçtikten çok sonra bize gönderdiler. Ortağım o yazıya nazik bir cevap verdi. Cevap, biraz edebe aykırı oldu ama onlar bunu çoktan hak etmişlerdi.
Türk milleti Alman ekonomisine sadece Almanya’ya işçi göndererek katkıda bulunmamıştır. Asıl büyük katkıyı, tarihten gelen yakın ilişkilerimiz sebebiyle Alman mallarını uzun yıllardır gözü kapalı almakla, müşteri olarak yapmıştır. Belki de Türk halkı Alman mallarına bu derece itibar etmese Almanya bu günkü güçlü ekonomiye sahip olamazdı. Ama onlar bunun kıymetini hiçbir zaman bilmediler.
Biz asıl kendimizin ve kendimize ait olanın kıymetini iyi bilmeliyiz. Allah, milletimizi muhannete muhtaç etmesin. Muhanneti efendisi gibi görenlere de fırsat vermesin. Bize, bu çalışkan, sabırlı, çilekeş ve necip milletin değerini bilen, onurunu koruyan yöneticiler nasip etsin. Allah’a emanet olunuz.