Unutulup gidilen kelimelerden biri de kanaat oldu artık günümüzde. Elindekilerden hoşnut olup fazlasını istememe; kısmetine, kendisine verilene razı olma; az şeyle yetinme anlamına gelir kanaat. Her biri birbirinden değerli anlamlar.
Gözü tokluk, kanaat, şükür devri kapanıyor artık.
Bizlerden önceki nesle bakacak olursak; mantolar ters-yüz edilir, ayakkabılara pençe ettirilir, ev eşyaları nesilden nesle kullanılsın diye evladiyelik niyetine saklanır, kısacası sadece yaşam için gerekli olan “şey”lere sahip olunurdu. Şimdilerde ise, “şey”ler artık bizi, zihnimizi, yaşamımızı ele geçirmeye başladı, bize sahip olmaya başladı. Ne kadar çok “şey”e sahipsek o kadar toplumsal statümüz sağlamlaşır oldu ya da öyle olduğuna ikna edildik. Dolayısıyla daha fazlasını istemek hakkımızdır diye varsayar olduk. Tabii bu “ fazla”nın hiçbir şekilde sonu yok. Hep daha fazlasına sahip olma isteği hayatımızı yönlendirmeye başladı. Daha refah bir hayatımız oldu sanırken aslında bunlar için hayatımızdan ve maneviyatımızdan ödün vermeye başladık. Daha fazla mesai, daha az samimiyet, aile içinde bile çıkar ilişkilerinin baş göstermeye başlaması... Kısaca “şey”leri elde ederken insani yanımızı kaybeder olduk.
Bir belgesele rast geldim gecenin geç bir saatinde. Bir kadın araştırmacı, Afrika’daki çalışmalarının izlenimlerini görüntüler eşliğinde anlatıyor. Görüntüler içler acısı. İnsan onuruna yakışmayan bir sefalet. Ve araştırmacı şöyle bitiriyor sözlerini: “Dünyada 1 milyar insan aç…fakir değil aç. Her gün 20.000 kişi açlıktan ölüyor bu dünyada!...” Rakamlar korkunç. Sonra sosyal medyanın o ünlü “keşfet” bölümüne “fashion yani moda” yazdım. Karşımda binlerce resim... Birkaçını açtım. Elmaslardan yapılan ayakkabılar ve iç çamaşırları, en pahalı ve gösterişli düğün ve gece elbiseleri. Dünyaca ünlü mankenlerin defilelerde sergilediği en uçuk giysiler…Bunlar sadece moda sayfaları. Bu örnekleri; lüks tüketim, arabalar, mücevherler şeklinde çoğaltmak da mümkün maalesef.
Aynı saat içinde yaşadığım bir gel-git gibiydi sanki; bir yanda açlık, diğer yanda elmas ayakkabılar…Denilebilir ki, bu uç örneklerin bizimle ilgisi yok, bunlar nüfusun gelir seviyesi açısından en üstündeki, o en zengin kesimin tüketimi. Bu yaklaşım doğru ama o resimlerin altındaki beğeniler ve yorumlar milyonları buluyor. Yani; bizler/ sizler bu gösterileri seyrettikçe, binlerce kilometre uzaklıktan bile onlara beğeni gönderdikçe bu sektör, bu lüks tüketim pazarı acımasızca büyümeye devam ediyor.
Bu konuyla ilgili olarak Hz. Mevlânâ şöyle der Mesnevi’ sinde: “Tamahkâr tamahı yüzünden zenginin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar. Yoksul, halis altın gibi sevilse yine kumaşı dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez…”
Bizler de tamahkarız ne yazık ki ve bu lüks tüketim dünyası göz önünde oldukça, onlara ulaşma isteği ile birlikte sahip olma hırsımız kamçılanıyor adeta. Sonuç olarak farklı bir biçimde olsa bile söz konusu lükse bizler de sahip olma isteği ile dolup taşıyoruz. Yaşadığımız muhiti, şehri, ülkeyi hor görmeye başlıyoruz. İş hayatında daha fazlasını elde etme amacıyla her türlü ahlâka aykırı, diğer insanların canını yakan, haksızlıklarla sarılı bir çemberin içine atıyoruz kendimizi.
Oysa çok değil, bunda 20-30 yıl önce kanaat bizim hayatımızın ve huzurumuzun temel düsturuydu. Sonra ister teknoloji ile birlikte diyelim ister iletişim çağının gelişmesi ile birlikte, kanaat gibi insani ve manevi değerlerimiz, bu kısa zaman içinde unutturuldu her birimize.
Tüm bu olanlar doğal bir sonuçtan ibaretti. Çünkü, değerlerimizin unutulması ile birlikte bizi hayatta tutacak sahte desteklere ihtiyaç duyduk. Ama bu yeni tutunduğumuz dalların gelip geçicilik rüzgârıyla çarçabuk devrilebileceğinin hesabını henüz yapmadık.
Yunus Emre şu beyitleriyle konuya en güzel noktayı koyuyor sanki:
“Dünyayı dolaştım giymedim başıma taç.
Ne zengini tok gördüm ne fakiri aç,
Yarabbi öyle bir fevzi kanaat ver ki,
Namerde değil merde de eyleme muhtaç,
Şu çeşmenin hâline bak içecek tası yok,
Kırma kimsenin kalbini yapacak ustası yok…”
Sağlığınız ve huzurunuz daim olsun.