Kadim Türk devletlerinin tarihi çok eskilere dayanır. Kurulan İlk Türk devletinden Türkiye Cumhuriyetine kadar mutad üzere pek çok mesele ile karşı karşıya kaldık, mücadele ettik. Salgınından, işgallere, darbesinden ekonomik darboğazlarına vd. olayların biri başladı, biri bitti. Ne de olsa tabiat boşluk kaldırmaz.
Devletin maddi ve manevi güç olarak zirvede bulunduğu dönemlerde ve sonrasında belki de bir çeşit güç sarhoşluğuna düşerek yaklaşmakta olan büyük problemleri, kitlesel yıkımları maalesef gör(e)medik.
Her ne yaşarsak, neye maruz kalırsak kalalım kenetlenmeyi, bir araya gelmeyi bildik nitekim.
Bizi zor zamanlarda bir araya getirten, zor zamanlarda konuşmamızı ve özgürlüğümüzü korumamızı sağlayan temel dinamiklerimiz yavaş yavaş, belki de farkına varamadığımız bir hızda çatırdamaya başladı artık. Ben bu noktada dönüm noktası olarak 27 Mayıs’ı görüyorum. Bu utanılası ve fevkalâde çirkin darbe neticesinde sağ sol kamplaşması, gruplara ayrılma, sürekli çatışma ve milli konularda dahi bir araya gelememe sorunu tezahür etmeye başladı ya da daha görünür hale geldi. Elbette bunun öncesinden de söz etmek gerek; dil devrimini(!), İslâma ve başka kutsallara saygıda özgürlüklerin kısıtlanışına da değinmek gerek ama konunun sonunu getirme imkânımız olmaz. Günümüz kamplaşma ortamında böyle bir senteze girişmek de kanaatimce fayda etmez.
Tarih ve edebiyatın ana gayesi geçmişten gerekli dersleri çıkararak, geçmişin hasılasından süzülenleri etkin bir şekilde bugüne ve yarınlara taşımaktır. Bu veçheyle ben de temel meselelerimiz hakkındaki kanaatlerimi ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağım.
Eğitim… Geçmişi reddetmek yerine geçmişi elden geçirerek, ondan el alarak reformlara girişmek soylu bir tercihtir. Misal, İbn-i Sina’nın tedavi yöntemleriyle bugün bir hastayı iyileştirmeye çalışsak büyük ihtimalle hastayı öldürürüz. Ama kökleri, kaynakları doğru bir usülle bugüne taşıdığımızda epey bir mesafe katetmiş oluruz. Eğitime bakışımız da böyle olmalı. Geçmişin düşünce yuvaları medrese ve tekkeleri; ‘sadece dini ilimler öğretilirdi, çağın gerisinde kaldı, kendilerini yenileyemediler’ minvalinde kötüleyerek bir yere varamayız. Çok daha uygun şartlarda ehil hocaların gözetiminde isteğe bağlı şartlarda gerçekleşen kadim eğitim yuvalarımızın ve sistemlerimizin bugünün mecburi ve dahi ‘ben yaptım oldu, aman bana ne(!) tarzı noksanları ziyadesiyle bünyesinde barındıran sistemden çok daha yararlı olduğu tartışmasız bir gerçektir. Burada bir parantez açmam, yahut bir önceki cümlemi -di takısıyla birtirmem doğru olur. Yeni Milli Eğitim Bakanımızın aslî sorunlara eğilerek, güzel ve yararlı işler yapmaya çalıştığına şahitlik ediyoruz. Bakmayın siz aksi sada çıkaranların beyhude, yapıcı değil yıkıcı sayıklama ve haykırışlarına. Eğitim ve kültür işlerinin yanlış ve aslından uzak sularda kazasız belâsız yüzmesi imkân dahilinde mi? Herkesin farklı farklı istidatlara sahip olduğu apaçık ortadayken herkesi aynı şartlardaymış gibi aynı kaba koymak nasıl bir hayırlı netice verebilir ki? Tam teşekküllü eser ve ediplerin incelemesi yerine kuru ve yavan alıntılarla yüzlerce konuyu fâş etmenin edebiyatı ve kültürü sevmeye nasıl bir faydası olabilir ki? Nasıl ki altyapısı sağlam olmayan bir bina en küçük olumsuzlukta yerle yeksan olursa ilk ve ortaöğrenimini tam mânâsıyla tamamlayamamış, okuma ve araştırmaktan ziyade zanaata, üretime, ticarete odaklı bir genç dimağdan edebi ve kültürel lezzet almasını, hayata yansıtmasını nasıl sağlayabiliriz ki? İşte bu çıkarımları doğru bir şekilde gören, tetkik eden, gereğini yapmaya çalışan bir bakanla karşı karşıyayız. Ben hayırlı neticeler alacağını ve bakanımızın yanında saf tuttuğumu vurgulamak istiyorum. Unutmayalım ki milli meseleler ideolojik kamplaşmalara, siyasete alet edil(e)meyecek kadar mühim işlerdir, bunu herkes idrak edemez. Biz idrak edenlerle beraber olmalıyız, bununla mükellefiz hatta.
Beş ilkokul, üç ortaokul, dört lise (hadi üniversiteyi atlıyorum) toplamda on iki yıllık eğitimin neticesinde biz genç nesle yerlere çöp atmamasını, toplum içinde en basit kurallara uymasını ve diğer başka temel davranış biçimlerini, mensubu olduğu devletin kültür ve medeniyetinin, düşünce hayatının asilliğini en azından kavratamıyorsak harcanan emeğe de zamana da paraya da yazıktır. Üniversitede karşımıza çıkan ve böyle giderse çıkmaya devam edecek filmin bitmek bilmeyen sahnesi de şöyle olacaktır ne yazık ki: Hocalarının sırtını okula dönerek ayakta dikilmesi, devletin okulunda devletten maaş alarak devlete kafa tutması, yetiştirdiği talebelere bu fikirleri aşılamaya çalışması, asli vazifesi olan derslere girmemesi, bu tiplerin tezgâhından geçen bazı genç üniversitelilerin gelenek görenekleri ve İslâmın hayaya dair ikazlarını yok sayması, milletine ve değerlerine düşman olması, yurtsışında çok daha güzel şartlarda erdemli şekilde yaşayacağını sanması…
Çözüm ne? Özetle; bizim gibi okuma araştırma ve yazmayla irtibatı pek sağlam olmayan bir toplumda herkesin okuması şart değildir. Öncelikle ‘Benim oğlum/kızım üniversitede okuyor’ cilâsıyla hareket eden annelerimizi bilinçlendirmek, sonra ilkokul sonrasından itibaren talebenin istidadına uygun yönlendirmelerinin yapılması, mesleki eğitime ağırlık verilmesi, resmen kaynak israfına dönüşen okul ve üniversite sayısının toplum gerçeklerine ve verimliliğe uygun şekilde ele geçirilmesi ilk akla gelen elzem iş ve sorumluluklar olmalı. Sonrası inanın kendiliğinden hallolacaktır.
Kültür… Eğitimi en başa almam boşuna değil. Milletimizin sorunlarının temel kaynağı ‘eğitim’ başlığı altında vücut buluyor çünkü. Okullarda verdiğimiz ilk ve orta öğretim seviyesinde talebeye bilgiyi neden verdiğimiz, hayatta ne işine yarayacağını uygun şekilde anlatamamamız, müfredatı buna uygun düzenleyemediğimiz, neticede niteliğin değil niceliğin önemli olduğu bir sistemde verilecek olanlar geliştirmeye değil, yığılmaya özgü olacaktır ve bıkkınlık yaratacaktır. Seçim ve yöntem yanlışları akabinde gerçekleşecek, ya da gerçekleşeceğini sandığımız işler okuma ve öğrenmeden, kültür sanattan nefret etmeye, arzu ile değil mecburi yapılan rutin işlere evrilecektir.
Düşünmek zor iştir, herkesin işine gelmez. Kolay olan sloganlarla hareket etmek, manipüle etmek, yani boş tenekeden çok ses çıkarmak ameliyesi. Neyi nerede nasıl kullanacağını, düşüneceğini bilmeyen bireylerden müteşekkil bir toplumun savrulması, köklerini unutup taklitçiliğe düşmesi kaçınılmazdır.
Ekonomi… Zeki bir millet olduğumuz herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı bir gerçektir. Örneğin; Bir Türk ustanın gördüğü makineyi sistemi ne denli karışık olursa olsun daha uygun maliyetlerle meydana getirmesi her dem bizimle yaşayan bir başarı hikâyesidir. Böylesine yetenekli, kavraması güçlü bireyleri aitlik hissedemediği, bütünleşemediği ortamlarda hapsetmek, bu mucitlerin ve üretme erlerinin en güzel ve verimli yıllarını beyhude şekillerde değerlendirmekse akıl almaz bir tutumdur. Gördüğünüz gibi iş yine eğitime dayandı. Bu çağlardaki bıkkınlık, boş vermişlik, zaman öldürme yanılgıları çalışmak istemeyen, güvenli limanları aile yuvasından uzaklaşmak istemeyen, hayallerini ve ideallerini devre dışı bırakan tembel bir nüfusa sahip olmamıza yol açtı.
Bir önceki paragrafta profilini çizmeye çalıştığımız bu tip insanlar kendi yapamadıklarının vicdan sızısını, başkalarını ve sistemi suçlayarak dindirmeye çalışır. ‘Suriyelilerden, göçmenlerden bize iş kalmıyor, her şey pahalı, asgari ücretle çalışacağıma evde otururum, başımıza gelen her şeyden, zamlardan yöneticilerimiz sorumlu vb.’ hezeyanlarının tetikleyicisi bu anlattıklarımızdan başka bir şey değildir.
Peki muktedirlerin, yöneticilerin hiç mi suçu yok diyeceksiniz, ki elbette var. Gelirin ortak ve adil dağıtılmaması, belli bir zengin kesimin daha farklı bir kollanması, eğitime ve kültüre dair yanlışların sürekli tekrarlanması, adalet sistemindeki belli boşluk ve garabetler… çok sayabiliriz. Bunu düşünürken küresel güçleri, dünyanın mevcut halini, yerinden oynayan taşların, düşmanların çok olması gerçeklerini de unutmamak gerek.
Bunları düzeltecek, şekil verecek olan yine biziz, gelecekte içimizden çıkacak yöneticilerdir. Geleceğimizi kurtarmak için bu tembel, boş vermiş, şikâyetçi ve dahi mızmız zihniyeti ortadan kaldırmamız gerek. ‘İki günü eşit olan ziyandadır’ diyen bir ulvî zihniyetin mümessillerinin, inananların sui zanla bakması, pes etmesi, ümidini kaybetmesi ve boş boş oturması yakışık almaz. İnsan ya da toplum kendine neyi yakıştırıyorsa öyle yaşar, tercihlerde bulunur.
Kıymetlimizin asırlar öncesinde dediği gibi, “testinin dışına içinde ne varsa o sızar.”