Denecek o kadar çok şey var ki…Nutkumuz tutulmuş gibiyiz. Eskiden bülbül gibi şakırdı insanlar.
Şimdi hepsi sus-pus…
O şen, o şakacı insanlar, dut yemiş bülbül oldu gitti.
Kimi karamsar, kimi durgun, kimi yorgun, kimi vazgeçmiş gibi hayattan, yaşamaktan, hasılı her şeyden…
Hayat pahalı, enflasyon dağ gibi dalgalarla çarpıyor, cepler ve cüzdanlar dibe vurmuş…
Laf, futbol topu misali ortalarda dolaştırılıyor, arada taca atılıyor.
Sonuç yok sonuca gitmek yok.
Kalede duracak kaleciye bile gerek yok dense yeri…
Söyleyecek lafı olanların laf boğazıma takıldı kaldı, söyleyemedim yalanlarını gerçek gibi anlatmaları da son yılların modası…
Varın tahmin edin gerisini….
Ne desek diyenler hayırlısıyla diyeceklerini desinler diye bekleyenlerin ömrü tükendi.
Kimini ya virüs aldı gitti öte tarafa, kimi 65 yaş üstüydüler, adeta cümbür cemaat hayata küstüler…
Çok konuştular, dinleyen olmadı. Aldıran olmadı o güvendiklerinden sözümüzü dinler dediklerinden ümidi kestiler.
Konuşmasını beklediklerimizin…
Neymiş, sesleri kısıkmış…
Neymiş, daha zamanı değilmiş…
Neymiş, az daha beklenmeliymiş…
Neyse ne işte!
*****
Eskiden susmak bilmeyenler, şimdi konuş diyene küsüyorlar!
Konuşacak mevzu aramadığınız kadar çok…
Hem de yok, yok…
Başlayın bir ucundan, gelir devamı…
Ne demişler?
Laf lafı açar…
Açar açmasına da hayırlısıyla bir konuşan olsaydı…
Rahmetli Demirel, konuşan Türkiye demişti…
Şimdi cümle konuşamayanlar, cümle anlaşamayanlar, cümle barışamayanlar bir araya geldik…
Aman canım…
Neyse ne işte…
Nerede mi takıldık kaldık?
Ne desek faslında…
Ortada hiçbir şey yok aslında…
Mesela kimseye etmem şikâyet deyin başlayın…
Onu, kimseyi etmem şikâyet diye de düzleyin…
Kelimeler de cümlelerde arada bir törpülenmeli…Aynen diller gibi…
Alçak, yüksek, tümsek ne varsa düzeltilmeli…
Tamam, hepsi hoş, hepsi iyi, hepsi aliyyülâlâ amma…
Neyse ne işte….
*****
Biberin acısı hoştur amma…Lafın acısına hoş diyene rastlamadım. Acı laflar Yunus misali, yağ olmalı, bal olmalı, tatlılaşmalı…Gönüller rahatlamalı…
Yaptığımız ne mi?
Lafı güzaf babından bir şeyler…
Üfürükten teyyare selam söylen o yâre!
Ne derde derman oluyor ne teselli ediyor ne de insanın ruhuna hitap ediyor.
Ne güldürüyor ne düşündürüyor…
Ne tadı var ne tuzu…
Sonra da neyse ne işte diye ahkam kesen kesene…
Neyse de, şöyle de böyle de demesine de…Kalp kırıcı kelamlar etme…Kimseleri incitme…Bir daha konuşamayacak bir hale getirme…Üç günlük dünyada, kapanmasın kapılar…Örülmesin duvarlar…Yazıktır, günahtır…
*****
Bir yerden sonra ne deseniz olmuyor…Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor…
Neyse ne işte!
Ne desek de tamir etsek onca viran olmuş bağı bahçeyi?
Sen onu viran etmeden önce düşünecektin diye başlandı mı ne el uzanır ne laf tatlılaşır ne de gönülden gönüle gönderilen selam ulaşır…
Onca mesele nerde mi takılıyor?
Ne desek diye, neyse ne işte diye başlanan lafların girizgahında…Girizgâh özürlüyüz çünkü…
Gurur meselesi, kibir meselesi, hele bir de işin içine ego girdi mi?
Ayıklayın pirincin taşını…Ego tavan, diretmeler, mazeretler yavan…
Sonrası, neyse ne işte!
Adam çıkmış bir tepenin başına, aşağıdakileri karınca gibi görmekten uçmuş havalara, ayakları yere değecek gibi değil.
Yükseklik döndürmüş başını, ben neden oraya ineyim, aralarına gireyim, ben kim, onlar kim derdinde…
Daha dün, ben sizin bağrınızdan çıktım, sizden biriyim, içinizden biriyim diye konuşanlar, bu türden sloganlar geliştirenler, afiş bastıranlar, ekranlarda boy gösterenler kimdi acaba?
Neyse ne işte!
*****
Mesela duygusal kopuş diye bir şey var…
Bu duygusal kopuş siyasette olur, ticarette olur, akrabalıkta olur, komşulukta olur, dostluklar ve arkadaşlıklarda olur.
Hem öyle bir olur ki…
Kim kimden koptu ise, kendinden kopulanın ruhu duymaz, haberi olmaz.
Hâlâ sizi kendi yanında sanır…
Ne diyordu yüzyıllar öncesinde Şemsi Tebrizi, “Güvendiğiniz dağlara karlar yağdığında, en güzel çare, dağ ile karı baş başa bırakmaktır. Gün gelip karlar eridiğinde; dağ yolunuzu gözleyince en güzel cevap, başka bir dağdan selam yollamaktır…”
Başka bir dağdan selam geldiğinde anlaşılır o duygusal kopuşun nedeni, niçini…
Bazen, ne desek acaba, dersinizde…
Diyecek laf kalmamıştır heybenizde…Kopan kopmuş, giden gitmiştir…
Çantada keklik denirdi ya bir zamanlar…O çantaya kendiliğinden, bile isteye doluşan keklikler, o çantayı nasıl açtılar da nasıl sessiz sedasız çekip gittiler bilemezsiniz. Bir de bakarsınız ki, çanta boş…Keklikler elveda bile demeden gitmişler…
Ne mi diyelim?
Neyse ne işte!