Bugün öğrencilerimden ayrıldığımdan mıdır, karnelerini verirken gösterdikleri masum hüzün ve içten sevgilerinden midir yoksa verdiğim emeklerin genel sınavda ve karnelerinde somut başarısını görmemden midir, nedir, bilemiyorum ama o sevimli haylazları yazmak istedim. Bir buruk mutluluk hâli işte…
Hangi olayı yazsam, diye düşünürken, 5-M sınıfına ilk girdiğim dersi hatırladım şimdi. Öğrencilerin isimlerini öğrendikten sonra bilgi düzeylerini şöyle bir yoklayayım, dedim. Arka arkaya pek çok basit soru sordum. Hemen hemen hepsinin parmakları havada. Cevap vermek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Son bir soru sorup derse geçmeyi planladım kafamda; “Çocuklar! Kaynak, kaynakça nedir? Bilen var mı?” dedim. Hiç parmak kalkmadı. Tekrarladım; “Hiç duymadınız mı?” yine parmak kaldıran yok. Dikkatle baktım; zayıf, kısa boylu, çekingen, kıvırcık saçlı bir çocuk… En arka sıraya, köşeye kaybolurcasına tek başına oturmuş. Sanki farkedilmekten korkuyor. Çekine çekine parmağını kaldırıyor. Hemen, “Söyle oğlum!” diyerek söz hakkı verdim. (“r”leri söyleyemiyor) “Öğyetmenim! Sanayide, demiyleri biybiyine tuttuymak için yaptıklayı şeye kaynak deniy” dedi. Bir saniye sustum. Bütün sınıf alaylı alaylı gülmeye başladı. Çocuk çok bozuldu, kızardı, hemen kafasını eğip oturdu. O anda bir şeyler yapmalıydım. Sesimi yükselterek, “Susun!” dedim. “Arkadaşınızın söylediği yanlış değil. Kaynak sözcüğünün eş seslisini söyledi. Niçin gülüyorsunuz, ne var bunda gülecek? Söyleyin bakalım eş sesli ne demektir?” diyerek kendilerine teyit ettirdim. Ondan sonraki derslerde dikkat ediyordum; en arkadaki o suskun öğrencim yavaş yavaş orta sıralara ve sonra ön sıralardan birine oturmuştu. Derse ilgiyle katılıyor, her ne kadar çok iyi bir temeli olmamış olsa da öğrenmeye çalışıyordu. Artık arkadaşları da onu dışlamıyordu, aralarına almışlardı. Bir gün okulda veli toplantısı yapıldı. Veliler çocuklarının durumlarını öğrenmek için sıraya girmişlerdi. Bir hanım kenarda duruyordu.
“Buyurun” dedim. “Ben özel konuşmak istiyorum” dedi. Diğer velilerle görüşmem bittikten sonra, “Kapıyı kapatın” dedim. Hanım yanıma geldi. Kimin annesi olduğunu söyledi. İlk önce tam olarak çıkaramadım. Zira aynı isimden diğer sınıflarda da öğrencilerim vardı. O, kaynak ve eş sesli olayını anlatınca hatırladım. “Çok sevdiğim bir öğrencim” dedim. Hanım, “Sevmek ne kelime, biz bir an sizi dilimizden düşürmüyoruz. Oğlum geçen yıl bir ameliyat geçirdi. Ameliyat olanların evlerine öğretmenleri geçmiş olsun demek için giderlermiş. Oğlum bekledi bekledi öğretmenleri gelmedi. Hayata küstü, okula küstü. Geçen yıldan beri her sabah ‘Okula gitmeyeceğim, öğretmenlerim beni sevmiyor, arkadaşlarım beni sevmiyor, ben okumayacağım’ diyor, ağlaşarak okula gönderiyorduk. Sizden sonra severek okula gidiyor, ders çalışıyor, sürekli sizi anlatıyor, ‘Anne öğretmenim bugün şunu dedi, şunu giymiş’, ‘Ben de büyüyünce öğretmenim gibi yazar olacağım’ diyor. Siz ‘Her gün yarım saat, bir saat kitap okuyun, okumanız, kelime hazineniz gelişsin’ demişsiniz. Elinden kitap düşmüyor…” dedi. “Buna çok sevindim” dedim. Duygularımı hanıma belli etmedim. İçimden, “İşte bir çocuğun hayatını kurtarmak bu olsa gerek” diyerek sevinç gözyaşlarımı içime akıttım. Bunun gibi duygulandığım, kutsallığına şahit olduğum onlarca güzel olay yaşadım.
Öğrencilerim sürekli, “Öğretmenim! Bir kere de bizi yazın” diyorlar. Hangi birisinin o kocaman yüreğini bu küçücük A4 sayfaya sığdırabilirim ki… Ama sadece Türkçe, Yazma ve Yazarlık ve Okuma Becerileri derslerine girdiğim; Mehmet Beğen Ortaokulu 5-I, 5-İ, 5-M, 5-E, 6-B, 6-D sınıflarını şube olarak yazabilirim. “Sevgili öğrencilerim! Hepinizi bir anneanne ya da babaanne şefkatiyle seviyorum. Belki bir gün, bir romanımda çiçek çiçek açabilirsiniz. Şimdiki yaşlarınızda ne kadar mutlu, hayat doluysanız, bundan sonraki yaşantınızda da aynı coşkunuz, enerjiniz, başarınız daim olsun!”