Birkaç hafta önce kaleme aldığım ‘Değişmeyen Değişimin Dönüşümü: Kitap Sevgisi’ adlı yazımda kitap sevgisini olağan ve olabilecek biçimde siz kıymetli okurlara naçizane aktarmaya gayret ettim. Eyleme dayalı duygu durumunu belli edebilmek önemli fakat eylemi meydana getirirken işin ABC sini es geçmeden sunmak da en az onun kadar mühim. Burada sorulması gereken sorular ve sorulma sırası ayrı bir parantezi hak ediyor zannımca. İşte tam da bu noktada neden ve nasıl sorusu bir bütünlükteki iki eşsiz yarım gibi bizim amacımıza hizmet ederek bize çalışır diyebilirim. ‘Neden kitap okumalıyım?’ ve ‘Nasıl kitaplar okumalıyım?’ şeklindeki soru silsilesinden bahsediyorum.
Ortaya koymaya çalıştığım üzere bu sorular -amiyane tabirle- ‘ortalık malı’ sorular değil. Hak edene hak ettiği ölçüde yanaşan ve gönül rızasıyla kucak açan cinsten. Benim de gönül dünyamda varlık bulan ve her daim varlığını sürdürecek üç baba isimden ve onların okumuş olduğum eserlerinden bahsedeceğim.
Öncelikle Üstat Necip Fazıl Kısakürek diyeceğim.
‘Çile’ sini çilem olarak gördüğüm, ‘O ve Ben’ ini biz olarak özümsediğim, ‘Sonsuzluk Kervanı’ nı ilk adım olarak bildiğim, ‘Örümcek Ağı’ nı dipsiz kör kuyulardan sıyrılıp aydınlık yarınlarıma merhaba olan muhkem bir tutunuş bellediğim, ‘Kaldırımlar’ ını acı ve ızdırapla bezenmiş yollarda yanıma yoldaş eylediğim, ‘Aynadaki Yalan’ ını doğruluk süzgecinden artakalan, üstüne titremeye teşne olduğum hakiki bir duruş şeklinde tasvir ettiğim iç çekişlerden sadece birkaç tanesi.
Üstadın; ‘Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum’ biricikliğini hayata dair vermem gerekenlerin yekunu deyip sırtlansam iyi biliyorum ki ben bu yükün altından kalkamam. ‘Sen bir devsin, yükü ağır olur devin! / Kalk ayağa, dimdik dur ve sevin!’ cesaretini bürünsem büründüğüm o cesaretin altında eririm.
Bundan mütevellit hemen Cemil Meriç’e yanaşıyorum.
‘Bu Ülke’ sini beyaz çarşaf görüp halel gelmemesi için ter döktüğüm, ‘Jurnal’ ini kolumdaki saat bilerek zamana ayak uydurmama vesile olması niyazında bulunduğum, ‘Mağaradakiler’ ini kimliğe ve benliğe susamış garibin şükrü diyebileceğim, ‘Işık Doğudan Gelir’ ini bu uğurda batmayan güneşin asiliği şeklinde betimlediğim hoş görünme biçimi desem herhalde çizgiyi aşmamış olurum.
Meriç’ in; ‘Bu memlekette sağcı- solcu, ilerici- gerici yoktur, namuslu ve namussuzlar vardır. Siz namuslulardan olun!’ ihtarını masa lambası bilip masaların üstüne koysam karanlıklar ardında yazılan senaryoların bertaraf edilmesine belki önayak olabilirim.
Çizgide kalmak adına büyük Mütefekkir Nurettin Topçu’yla devam edelim.
‘Türkiye’nin Maarif Davası’na ders kitabı gözüyle bakıp gözümün önünden bir an olsun ayırmadığım, ‘İsyan Ahlakı’ na cebimin her bir köşesine sığan ve bana pusula olan kıymetlim dediğim, ‘Yarınki Türkiye’ sini yarınlara mutlu ve huzurlu uyanmak adına uykusuzluğu göze alıp sabahladığım ve ufkun bekçisi bildiğim, ‘Varoluş Felsefesi Hareket Felsefesi’ ni özün sabit kabuğun değişken olabileceğine şahit tuttuğum, her şeyim.
Bendeki bu bağın ehemmiyetini arz edebildim mi?
Ayağa batan diken misali…
Ayağa battığı vakit önce kendini belli edip sonra sızısına alıştırıp sonunda da bir ömür kendinden bahsettiren ve diri tutan cinsten.
Selametle…