Keşmekeş ve koşuşturmaca içinde ömür tüketiyoruz, başımıza bir iş gelmeden oturup da düşünmeye, hayatımızı sorgulamaya, yani kısacası tevekküle zaman ayır(a)mıyoruz. Önceliklerimizi belirlerken hiç ölmeyecekmiş, sevdiklerimiz her daim yanımızda olacakmış gibi pervasızca hareket ediyoruz. Netice-i kelâm; hayatın anlamı ve önceliklerimizin neler olması gerektiğini, pek çok şeyi yitirdiğimizde, iş işten geçtiğinde acı bir şekilde öğreniyoruz.
Anne ve babalarımızdan başlayalım ve bir an gözümüzü kapatıp tahayyül edelim. Kimimizin anne babası yuvanın başında (şükürler olsun), kimi de Rahman’a kavuşmuş (rahmet olsun) Onlar yaşarken yahut iyiyken ayırdığımız zamanı, iletişim kurma şekillerimizi, tepki ve sitemlerimizi bir hatırlayıverelim. İşimiz, aşımız, arkadaşlarımız, sosyalleşme mecralarımız vd. hep ön plândadır ama bizleri dünyaya getiren, olmasalardı olmayacağımız bu mukaddes insanlara ayıracak ne birkaç dakikamız, ne de gönüllerini sarıp sarmalayacak birkaç cümlemiz oldu/oluyor. Az evvel dediğim gibi insan hep genç, sağlıklı ve kudretli kalacağını, sevdiklerinin ve değerlilerinin hep yanı başında sonsuza kadar yer alacaklarını sanır. Yanlış veya hatalarımı bir gün bir şekilde öderim/çözerim diye düşünür. Ya o gün gelmezse?
&&&
İnsanlar yaşlandıklarında, emekli olduklarında veya elden ayaktan düşmeye başladıklarında zamanın değerini daha farklı ve yoğun yaşamaya başlarlar. Çevresindeki genç insanlar namına hayat-memat meselesi olan durumların ve seyrinin yaşlılar için mânâsı daha farklıdır. Onlar daha hassas, daha alıngan, daha yalnız hisseden fertlerdir artık.
Orta yaşlılıkta hissedilmeye başlanan, keskin yüzünü ilk önce emeklilikte göstermeye başlayan işe yaramama/ fazlalık olma hissi içlerini kemirir de kemirir. Vakti zamanında çok iyi anladıkları ve üstesinden geldikleri işleri yapmak artık büyük meşakkatler gerektiren dağlar kadar büyük dertlerdir. Bu durumun neticesinde oğlu/kızı onlara bir şekilde yardım ederken sıkılırlar, şaşırırlar, hatta onları incitecek kelimeleri hiç düşünmeden anne-babalarının yüreklerine saplarlar. Herhangi bir sorumluğumuzu tam anlamıyla yerine getir(e)mediğimizde, amirlerimize veya arkadaşlarımıza, uzak çevremize dahi karşı ince ve düşünceli davranırken, bir şeyler yapıp ederken, ön plânda tutarken anne ve babalarımız bizden bir şey istediğinde, adeta unutmaya başladıkları “konuşma”ya ihtiyaç duyduklarında ve dahi hatıralarını belki de sık sık tekrar etmeye başladıklarında sabrımız hızlıca azalır, her hatırladığımızda kalbimizde derin yarınlar açacak kırıcı söz ve davranışlar içine gireriz. Öte yandan evlâdın anne-babasıyla konuşacak bir şeyinin olmaması ne büyük kederdir.
Hiçbir karşılık beklemeden, menfaat gözetmeden, sadece bizim iyiliğimiz ve hayra ulaşmamız için katlandıkları muazzam fedakârlıklar, içlerine gömdükleri kalp kırıklıkları, doğumdan yetişkinliğe tahammül ettikleri yıpratıcı ve meşakkatli işler vd, hangi birini sayayım, karşısında yapıp ettiklerimizin sızısı onları kaybettiğimizde vicadanlı kimselerin altından kalkabilecekleri yük(ler) değildir.
Cennetin ayakları altında olduğu annelerimizin, evlâdına yaptıkları duaları reddedilmeyen babalarımızın haklarını ne yaparsak yapalım asla ve kat’a ödeyemeyiz. Nasıl ki dünyadaki gelmiş geçmiş her şeyden daha kıymetli olan sabah namazının sünnetine kalben inanır ve iman ederiz, dünyadaki meşgalelerimizin hemen hepsinin hayırlı bir evlat olma, anne babalarımızı mutlu etme, onların yüzlerini güldürme karşısında hükmü/kıymeti yoktur.
Her şey ama her şey bir şekilde düzeltilir, kaybedilenler bir şekilde yerine konabilir ama küs/kötü/kırıcı bir şekilde ayrıldığımız insanların/anne ve babalarımızın -(Allah gecinden versin, başımızdan eksik etmesin)-, tekrar rızalarını kazanmak, kırdığımız gönlü tamir etmek için çok geç kalmış olabiliriz. Çok pişman oluruz, çok hayıflanırız ama heyhat artık yokturlar.
Bu duygu ve düşüncelerle başta annem Keziban Özdemir ve babam Mustafa Özdemir olmak üzere tüm anne ve babalara şükranlarımı sunuyor, ellerinden öpüyorum; hayatta olmayanlara rahmet diliyorum.