Hafız ve Sadi’nin şehri Şiraz’da işimizi bitiriyor, güzel bir vadiden geçerek İsfahan’a doğru yola çıkıyoruz. Geçtiğimiz yerler İranlıların anavatanı olan Fars eyaleti. Burası ülkenin tarım bölgelerinden biri. Yüksek dağlarla çevrili dar vadilerden ve geniş ovalardan geçiyor 70 km mesafede antik kent olan Persepolis’ e varıyoruz. Darius burasını Pers İmparatorluğun kalbi olarak nitelendirmiş
Pers İmparatorluğu'nun başkenti olan Persepolis, MÖ 6. YY sonlarına doğru Kralı 1.Darius tarafından kurulmuş. Darius' dan sonra tahta çıkan I. Serhas ve Ardaşir şehri daha da büyüterek çeşitli anıtlarla doldurmuş. Ovanın bittiği noktada bir dağ eteğine kurulan şehir, sulu tarım yapılan verimli bir ovaya açılıyor. Aşağıdan yukarıya bakıldığı zaman 150 yılda yapımı tamamlanan şehrin çekiciliği daha iyi görülüyor. Uzaktan yansıması bile insanı çeken görüntüsüyle Persler ve Persepolis’ i buraya gelmeden önce bu kadar olabileceğini hayal etmemiştim.
Girişte müze rehberlerinin özel ilgisi ile karşılaşıyorum. Güvenlikten geçerken de Kaşgar Türkü ile evli İranlı gelinimizden ayrı bir ilgi görüyorum. Türkiye’yi ve Türkleri çok seviyorlar. Orijinal İranlı olmalarına rağmen birkaç kelime Türkçe ve mükemmel de İngilizce konuşan rehberlerle istek üzerine resim çektiriyoruz. Buna rağmen şunu da iyi bilmek gerekir ki; her İranlı kendinin “Pers”, dilinin de “Farsça” olduğunu gururla söyleyebiliyor.
Kentin güvenlik girişi tarihi adına ve ihtişamına yakışmasa da ana kente giren merdivenlere ulaşmak için 500 m kadar yolu yürüyerek kent merkezine doğru yol alıyorum. Perslerin ve onların tabiriyle Şah ve Kral, 1. Darius’un tarihe vurduğu damga daha da iyi anlaşılıyor. Kentin başladığı yerde iki yana açılan merdivenlerden yukarı doğru 15 m kadar yüksekte kurulmuş kente giriyorum.
Özel bir alandan kurulun kentte kral sarayları, yaklaşık 500 X 100 m genişlikte 15 metre kadar yükseltilen yığma bir tepe üzerinde bulunuyor. Bu yükseltiye (taraçaya) çıkan simetrik iki geniş merdivenin yan duvarları kabartma heykellerle dolu. Ne yazık ki muadillerine göre eksiği olmayıp fazlası bulunan bu tarihi yapının, Mayıs ayı sonu olmasına rağmen ziyaretçileri pek fazla değil, ziyaretçilerin de neredeyse tamamı İranlı. Çok tarihi kent gördüm ancak bu kadar muhteşemine az rastladığım bu eser başka bir ülkede olsa sanırım adım atacak yer bulunmaz.
İçeride rastladığım İranlı bir aile ile selamlaşıyoruz. Türk olduğumu öğrenen ailenin tüm üyeleri bana çok yakınlık gösteriyor ve ziyaretçi konusunda onlar da benimle aynı kanaatte.
İlk ve orta öğretimde döneminde tarih kitaplarında okuduğumuz ve resimlerini gördüğümüz heykeller hemen önümde duruyor. Yollar, kabartma resim ve heykeller, Serhas'in taht salonunda, her biri 20 metre ve üzerinde 2 metre yükseklikte yüzleri insan şeklinde iki boğa heykeli belki de en dikkat çekici olanları. Bu boğa heykellerine tutturulan oldukça yüksek kapıdan içeri giriyoruz.
Sağdan sola, yukarıdan aşağıya turlar atıyorum, her yer ayrı bir tarihle ayrı bir sanatla dolu. Büyük küçük salonlar, kademeli yerleşimler, çok sayıda büyük taşlarla bezenmiş mezarlar ayrı ayrı platformlara oturtulmuş ve kazılar halen devam ediyor. Bu arada kırmızı renklerle yenilenmiş 2500 yıllık ev görüntüsü ile tarihi alanın ne derecede önemli bir yapı olduğunu bir daha ortaya koyuyor.
Tarihi kentin bulunduğu yükseklikten aşağıda ki verimli düz ovanın görünüşü de bir başka. Buradan yamacın bilerek seçildiğini düşünüyorum. Demek ki eski şehir plancıları, gıda kaynağına dokunmamayı esas alan bir anlayışla, arazi seçimini yeni şehir plancılarından daha iyi biliyormuş diyebiliriz.
Uzaktan görünüşü itibariyle oraya çıkmanın zaman alacağı düşüncesiyle çıkamadığım kentin sırtındaki dağda birbirinden 8–10 km mesafede kayalara oyulmuş saray görünümlü iki kaya mezar var. "Taht-ı Cemşid" ve "Nakş-ı Rüstem" olarak anılan bu mezarlardan biri Kral I. Darıus'un aitmiş.
1.Darius ve sonradan gelen krallar Roma ve Mısıra kadar uzansalar da her tarih gibi onların da sonunu getiren birisi oldu ve MÖ 331'de Büyük İskender Persleri yenerek bu şehri yakıp yakmış. Bundan sonra şehir toprak yığınları altında kendi haline terkedilmiş iken, 1930'larda başlayan arkeolojik çalışmalarla şehir yeniden ortaya çıkarılmıştır ve bugünkü halini almış.
Özetle bu muhteşem, sanat yüklü, mısırdan getirilmiş dev taşlarla inşa edilen bu kompleksin, tarih ve sanatseverler tarafından mutlaka ziyaret edilmesi gereken eserlerden birisi olduğunu düşünüyorum. Bu yapıyı Avrupa’nı ortasında bir yere koyun, Paris, Roma, Madrid gibi tarih kokan kentlerden daha çok ilgi çekeceği, mısır piramitleri ile boy ölçüşeceği kanaatindeyim. Burada ne olursa olsun ambargonun ne kadar da kötü bir anlayış olduğu bir kare daha rahatsız edici olduğu ortaya çıkıyor.