Sahipleriyle giden evler

Mükremin Kızılca

Babasının evi çinko kaplı, dedesinin evi ise düz damdı.

“Bu damlar öyle sağlam yapılmıştı ki üzerinde eşek, eşeğin arkasında düğen, düğenin üstünde bir adam, adamın üstünde de ağır gelelim de saplar çabuk ufalansın diye yüklendiği çocuğu olmak üzere bir sürü yüke omuz veriyordu. Bu omuz da ardıç direkleri ve dikmeleriydi.

Ermenek Şehrengizi kitap çalışması kapsamında, Olaylar İnsanlar Meslekler bağlamında, seve seve, dolu dolu günler geçirdim ve geçiriyorum.

Hocam gel bugün seni bir yere götüreceğim, dedi.

Beni bu konuda bilgilendirmek üzere davet eden hemşerimize: neresi orası Ali kardeşim, dedim.

Babamın ve dedemin evi, dedi.

Köyün en üstü sayılan sokağa geldik, sokakların bütün zeminleri parke taşı döşeliydi.

Burası aynı zamanda köy mezarlığının da olduğu bir yerdedir.

Yan yana duran müşrif-harab durumdaki iki evi işaret ederek: bu dedemin bu babamın, dedi.

Babamın evi henüz bölüşülmedi meresgerlerin elinde bulunuyor ama dedemin ki bana tapulu, diye ekledi.

Havluya girdiğimizde, benim köyümde de, çevre köylerde de, aslında bütün Anadolu'da da karşılaşılan manzaralarla karşılaştık.

1960'lı, 70'li yıllarda sanayiye geçişle ve Avrupa'ya işçi sevki ile beraber köyleri boşaltan gençlerimiz her şeyi yaşlılara bırakıp terk etmişlerdi.

Bu yaşlı ana baba da bakabildiği birkaç evlek yere bakmış kalan yerleri uzun süreli nadasa bırakmıştı.

İşte bu dönemin sonudur: devletin, vatandaşın uğrayamadığı yaylalarındaki birer ikişer koyak arazisine mera ve orman diye el koyması. Hatta köylerin dibindeki devasa bağlara da aynı dönemde orman diye hazine el koydu.

Her iki şıkta bizim de kusurumuz var tabi ki: özellikle bağlara el konulmadan yıllarca ilan dilerek sahiplerinin bağın başına gelip tapularını almaları istendi.

Bu iki ev de yan yana sahipleri ölünce şu anda kimsesi olmayan metruk, mahrum, garip bir durumda yıkılmayı bekliyorlardı.

İkisi de nereden baksan aynı havluda sayılıyor, havlunun ve evlerin balkon diyebileceğimiz bütün müştemilatı ağaç dikmelerden ve direklerden oluşmadır.

İlk önce havluya girerken sol tarafta havluya girişi önleyecek duvarların başına dizilen ağaçlar arasında bir çift düğen göze çarpıyordu.

Dişleri dökülmüş, diş etleri çürümüş ve artık iş göremeyecek hale gelmiş düğen gene de havluyu koruma görevini üstlenmişti.

Ali Bey, babasının evine giremeyeceğimizi, ortak olduğundan kapıyı da zorlayamayacağımızı, içinde oturanın olmadığını anlattıktan sonra biz dedesi Mehmet Eşref merhumun evine yöneldik.

Evin önü, arkası, sağı, solu üzüm, incir ağaçlarıyla doluydu ancak budama ve bakım yapılmadığından gelişi güzel çalılaşmış bir haldeydi. Böyle de olsa bol ve sıkı bir üzüm tutmuş olan asmalar vardı. Hatta ayrılırken bana da birkaç asanak kesip verdi ali kardeşim.

Babasının evi çinko kaplı dedesinin evi ise düz damdı.

Önce dama baktık, damın girişinde belki yarım asırdır görev yapmayan bir yuvak vardı. Yuvağın iki ucundaki deliklere yuvak ağacını yerleştirip sembolik olarak yürüttük ve iki kadim dostu buluşturduk.

Bu yuvak yarım asırdan fazla bu damı yuvmuş, yağmurların, altında oturan sahiplerine ulaşmasını engellemişti.

Ancak bu damın bir başka görevi daha vardı, bunu ilk defa Ali Bey’den duydum: bu damda toplanan ekinler, saplar bir eşekle düğen koşulup sürülüyordu.

Yaklaşık 25'e 25 metre ebadında olan evin damı çelenleri de eklersek bunu biraz geçerek daha geniş haldeydi. Ortasına toplanacak ekinler bir harman oluşturarak sürülebilecek genişlikteydi.

Bu damlar öyle sağlam yapılmıştı ki üzerinde eşek, eşeğin arkasında düğen, düğenin üstünde bir adam, adamın üstünde de ağır gelelim de saplar çabuk ufalansın diye yüklendiği çocuğu olmak üzere bir sürü yüke omuz veriyordu. Bu omuz da ardıç direkleri ve dikmeleriydi.

Ama bugünlerde dam yer yer çökmeye başlamış hatta Ali Bey'e evin içine de girmemiz lazım, dediğimde: hayır göçebilir, diyerek engel olmaya çalıştı.

Ama sonuçta evin içine de girdik, evin içine girmeden dışından bir şey daha anlatayım.

Dedesi merhum Mehmet Eşref’in taştan düzlüğü bir el dibeği ters döndürülmüş olarak dışarıda yatıyordu. El emeği göz nuru kendisini düzen ustası öleli beri de hiç kaldıran olmamıştı.

“Kalk, bırak artık ağlamayı, gelmez onlar geriye”, diyerek düz çevirip izniyle fotoğrafını çektim. Mehmet Eşref Efendi öleli beri yüzükoyun yatan el dibeğine: sen daha yüz yıllarca yaşayabilirsin, dedim.

Dede evinin kuzey tarafında bir zamanlar 40 gün yani Eylül ve ekim ayları içinde durmadan pekmez kaynatılan dev bir pekmez ocağı vardı, pekmez ocağı şu anda toprak altında kalmış ancak ayakta duran şırakmana ve bilana gözlerimizi yaşattı.

Köy zaten tamamen Domitiopolis antik kentinin üzerine kurulan bir köydür bu bakımdan bu civarda Roma döneminden bir eser bulmak mümkündür, bu eserlerin en ilginç ikisi de bu evin damının arkasındadır: şırakmana ve bilana.

İkisi de doğal ve ikisi de kayaya oyulmuş bir halde. Bilana adeta şırakmanadan gelen şırayı dev memesinden emen bir buzağı gibi gözüküyordu.

Unutmadan açalım: şırakmana üzümlerin çiğnendiği yer, bilana ise çiğnenen üzümlerden çıkan üzüm suyunun toplandığı yerdir. Ermenek merkezde şehrana deniyor.

Roma medeniyeti elemanları tarafından el işiyle sabit kayaya oyulan bu şırakmana ve bilana da metruk haldeler ve artık içleri dışları çalı çırpı, çerçöp ve toprakla dolmuş durumdadır.

Bundan 50 yıl önceye kadar köyün birkaç pekmez ocağından ve şırakmanasından biri olan bu tesisler artık görevlerini tamamlamışlar.

Şimdi herkes tarlasından bahçesinden topladığı azıcık üzümünü kendi havlusunda haranılarda, kazanlarda, hatta tencerelerde kaynatarak işlerini hallediyor.

Üzümün ve pekmezin hikâyesi bizimle başlamıyor, diyeceğim bu hikâye insanlıkla beraber başlıyor ve onların eserlerini hala kullanıyoruz.

Bu hazin durumu seyrettikten sonra çelenleri, pardıları, direkleri, duvarları hatta damı yer yer eğilip bükülen ve taş taş dökülmeye başlayan evin içine giriyoruz.

Evin içinde ilk önce sahibi Ali Bey yerde yatan bir tablayı kaldırıyor, yarıya kadar çamurlu toprağa batmış olan tablayı gösterince gözleri yaşarıyor: ben bu tablada 15 yaşına kadar ekmek yedim, diye ağlıyor.

İçeride küçük bir giriş bölmesinin üzeri musandıra dediğimiz kışlık elma üzüm armutların konduğu bir alandır, hatta Ali Bey elindeki tablayı buraya atarak “biraz daha kalmasını sağlayalım” diyor.

Musandıranın arkasında neredeyse dörde dört ebadında bir odaya girdik: “burası babamın gerdek odasıymış” hocam, dedi.

“Babam, dedem tarafından evlendirilince ilk geceyi ve sonra belki aylarca yıllarca annemle bu odayı paylaşmışlar.” Evin yüklüğünün altında saklı olarak bulunan bir gusülhanede de gusül abdestini alıyorlarmış.

Diğer en geniş oturma odasının sol tarafında ve geri tarafında delikler açılmış aydınlanmış haldeydi, bu delikler dökülmeye başlayan duvarların taşların açtığı deliklerdi.

Bu ev daha önce anlattığımız keliflerle karıştırılmasın, bu demin de dediğim gibi üzerinde düğen sürülecek kadar geniş bir evin, damın altındaki evdir. Pardıları, direkleri, dikmeleri ve hatılları tamamen ardıç ağacındandır.

İçeride kullanılan ev aletlerinden örnekler deminki tabla örneğinde olduğu gibi bazı eşyalar vardı, dışarıya çıktık ve evin yeni sahibi Ali Bey onları tek tek dışarıya getirdi ve resimlerini çektim.

Sepet ağacından örülmüş dev köfünler.

Bunlar üzüm bağlarından günlerce eşek ve katır sırtında iki tane bir olup şırakmananın başına üzüm taşıyan köfünlerdir.

Yuvak ve yuvak ağacı da hala yokluğa direnmeye devam ediyorlardı. Yarıya kadar toprağa batmış olan yuvağı ortaya çıkardım ve sağ ve solunda, iki yanındaki deliklerine yuvak ağacının aparatını yerleştirince anında gözleri açıldı: biz neredeyiz? diye sormaya başladılar sanki.

Ben de onlara: “yok artık, sizi çeken eller yok ve sizi çekmeye sizi kullanmaya artık lüzum da kalmadı. Şimdi sizi ancak resimlere çekiyoruz ki gelecek nesiller sizi yapanların, sizi kullananların daha doğrusu atalarının hayat tarzlarına baksınlar da ibret alsınlar diye, göstermek için” dedim.

Sırada kar küreyen yaba şeklinde bir alet vardı, sıyırgı diyorlardı buna, damlarda biriken karları hemen kepek halindeyken, erimeye başlamadan bununla sıyırıp sağa sola atılır ve damların akması önlenirdi.

“Neredeyim ben?” Dedi bu iki metre sapıyla duvara yaslanmış dev ağzı açık kürek, ağaçtandı, “50 senedir kar görmüyorum, mevsimler mi değişti, biz mi değiştik, beni buraya kim attı?” diye sordu.

Son olarak evin eşeğinin semeri de bir köşede yüzüstü yatmış duruyordu.

Kocacıkları gevşeyen semerin palanı, ipi ve keçeleri neredeyse dökülmeye başlamış çürümüştü. Semer ağaçları ise artık bir iş göremeyecek kadar paralanmış ancak yakılacağı günü bekliyordu.

Her nefsin ölümü tadacağı gibi her cansız da yokluğa mahkûm değil midir?

Evrende hiçbir şey ebedi değildir. Başlangıcı ve sonu olmayan sadece yaratandır.

Dünyadaki her canlının, her toplumun, her devletin, her ümmetin ve milletin sonu bir ecele bağlıdır. Bu ecel gelince bir dakika bile ertelenmez.

Evrenin de bir eceli var. Bir gün içindekilerle beraber eski hali olan toza döndürülecektir.

“Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler.” (Araf 34)

Sözlük:

Meresger: ölenin varisleri

Şırakmana: üzümün çiğnendiği yer

Bilana: çiğnenen üzüm suyunun ilk aktığı yer

Asanak: üzümün yoğun olduğu dalı

Pardı: damı ayakta tutan direklerin arasına tahta yerine konan, ardıçtan yarılan malzeme

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.