Sadi Şirazi’den bir nasihat:
‘Sana verilmeyeni, sana lazım olmayan bil.
Başkasında imrendiğin, sende olmayanı; olsaydı felaket bil.
Ne ki eksiğin, olsaydı; fazlalığın olurdu.
Allah herkese layık olduğu cevheri verdi.
Kedinin kanadı olsaydı, serçenin nesli tükenirdi.’
Bir tık üstüne çıkacak, bu yazdıklarımızı gölge de bırakacak bir tane daha nasihat var mı acaba?
Şüphesiz vardır.
Lakin demek istediğim şey şu; kâinatı kapsayabilme kalibresi olan bir lafzı, tırnak üstü kadar, alanı belli olan bir yere bırakabilmek farklı bir derinlik gerektirmez mi?
Hem de nasıl gerektirir!
Bu derinlik de öyle zannediyorum ki en çok Sadi Şirazi’ye yakışır.
Sözün üstadı, bize ulaşabileceğimiz ve ulaştıktan sonra zor da olsa tatbik etmeye cüret gösterebileceğimiz tamlık dalını uzatmış.
Kökü ve özü sağlam, nuru muhkem, tesiri çarpıcı.
Kökündeki ve özündeki zarif sağlamlığa naiflik, nurlu muhkemliğe geniş bir kucak ve çarpıcı tesire o değilden ama iddialı bir mukabele.
Bize de yakışan budur zannımca.
Bu nasihati uygulayacağımız mecra dünya olmasaydı işimiz bir hayli kolaydı.
İş budur ki, kolay olanın çarkında dönmek değil aksine zor olanın zincirine bile isteye bağlanıp şehir eşkıyalığı mı yoksa dağdaki evliyalık mı kıvamındaki mukayeseye merak kabartmak.
Kabaran merakı kof göstermekten uzak hevesli kanatlar bize adım attırır.
Mevzuu tam da burada kopuyor zaten.
İlk adımın içtenliği sonraki adımlara kılavuz olacaksa imrendiğimiz son kaçınılmaz diyebiliriz.
Tersten düşündüğümüz vakit, samimiyetsizlik üzere koşmamız mutlu son zannettiğimiz sıradanlıklara ve öylesine diyebileceğimiz alışkanlıklara gebe.
Keşke dediğimiz illetin şehir meydanlarının her bir köşesine çadır kurup yuva yapması ve içimize işlemesi halini bir türlü atlatamıyoruz.
Sinsi bir virüs gibi ruhumuzun hücrelerine girip adeta metastaz etmiş.
Söküp atmak kolay değil.
Madem söküp atamıyoruz öyleyse benimseyip yaşamayı öğrenelim bahsi iyiden iyiye mânâlı gelmeye başladı.
Tamam ama bana verilmeyenin keşkesi bendeki olanların kalbini kırıyor.
Bu keskin tezatlığı, anlamsız mânâyı nasıl içselleştireceğiz?
Hani derler ya; insan hiçbir şeyle gelir, her şeyin peşine düşer.
Sonra her şeyi bırakıp hiçbir şeyle gider.
Bu çıktıyı böylece keşkelerin önüne koysak çoraklaşan öz berraklaşıp sökün eder mi varması gereken yere?
Kemal Sayar’ın ifadesini de katık etsek yanına:
‘Başarı; insanı ve varlığı incitmeden, elinden gelebilecek hayrı insanlıktan esirgemeden, hayal ve ülkülerine sadakatini yitirmeden bu dünyadan sessizce geçip gidebilmektir.’
Zaten olan biten her şey bu başarı güdüsünden kaynaklanmıyor mu?
Bu arsız güdüyü dizginleyemediğimizden, söz geçiremediğimizden ötürü sözün üstatları bizlere ta gerilerden savrulmayalım niyetiyle ihtar çekip dil oynatmıyorlar mı?
Bizim yabancılığı yaşadığımızı çok iyi biliyorlar.
Yaşamı yaşayalım ve yaşayamayan her kim varsa onlara da ön ayak olalım diye bütün bunlar.
Keşke anlayabilsek.
Sözünü edip uygulamadıklarımız ve uygulayıp sözünü etmediklerimiz…
Mumu, bağrına bastığı ip eritirmiş.
Yani yapacaklarımızı benzeşerek değil de müspet dairesinde ayrışarak yapsak mum bildiğimiz her ne varsa bizi zehirleyip ılık ılık eritemeyecek aslında.
Barut gibi gezen de, elde çakmak tutan da biziz.
Ve dahi ateşleyen de…
Sonuç; aradığımıza hasretiz ve perişanız.
Selâmetle…