Schadenfreude Almanca bir kelime. Kelimeyi ilk defa Prof Dr.Kemal Sayar’ın bir kitabında (Ruhun Derin Yaraları) rast gelmiştim. Anlamı; ötekinin acısından, düşüşünden, yenilgisinden büyük zevk ve keyif alma, neşelenme hâli demek. Yani hasedin en uç formlarından birisi. Sadece benim kazanmam yetmez aynı zamanda ötekinin de düştüğünü, yenildiğini hatta yok olduğunu görmeliyim. Bu, “Çok tahripkâr bir duygu!” diyor Sayar Hoca.
Osmanlıca’ da kullanılan bir karşılığı da var bu kelimenin: Şemâtet; birinin başına gelen felaketten dolayı sevinme, sevincini gösterme.
Bu tanımları okuduğumuz zaman ilk tepkimiz hemen “Aman ne hasetçe duygudur bu, hangi kötü insanlar böyle düşünüyor, dünyada var böyle insanlar maalesef…” v.s. olur. Çünkü aldığımız eğitim, insan olma gerekliliği bunun ne kadar insanlık dışı bir duygu olduğunu fısıldar zihnimize. Ve bu yıkıcı duyguları asla kendimizle bağdaştırmayız.
Ama bu konuda araştırma yapan uzmanlar durumun hiç de böyle olmadığını belirtiyor. Bu tür duygular hemen hemen hepimizin içinde olan duygular. Bu konuda Araştırmacı Yazar T.W.Smith ise şöyle söylüyor:” Hiç kimse kendi kusurları üzerine düşünmeyi sevmez, halbuki bizi biz yapan pek çok yönümüzü bu kusurlar ifşa eder. Başka insanların talihsizliklerinden keyiflenmek kulağa basitlik gibi gelebilir. Ama yakından bakacak olursanız hayatınızın en gizli kalmış fakat önem taşıyan yönlerini bir anlığına bu duyguda yakalayabilirsiniz.”
Nasıl mı? İşte günlük hayatımızdan birkaç örnek: Ayağı kayıp düşen birine katıla katıla gülmemiz, terhisine az kalmış bir askerin yeni bir ere ‘şafak kaç?’ diye sorup keyiflenmesi, iş yerinde gizli yarış içinde olduğumuz arkadaşımızın yaptığı hata yüzünden ihtar alması karşısında sevinilmesi, biz alt basamakta çalışırken müdürümüzün yaptığı eziyetleri biz de müdür olunca aynısını alt çalışanımıza çektirip bundan keyif almamız, sürekli gezi görüntüleri paylaşan sosyal medya fenomeninin başına gelen talihsiz bir kaza karşısında hafifçe gülümsenmesi gibi gibi…Bu duygular hiçbirimize yabancı değil aslında. Her gün karşılaştığımız ve kolayca kendimizi içinde bulabileceğimiz, bir yerlerde pusuda bekleyen duygularımız bunlar.
Yine aynı kitabında Sayar Hoca şöyle diyor: “Başkasının eleminden duyduğumuz gizli sevinç, içimizdeki merhamet duygusunu kaybettiğimiz anlamına geliyor” ki şimdiye kadar öğrendiğimiz tüm manevi duyguları yerle bir eden bir duygu. Bu yıkıcı duyguyu içimizden tamamen yok etmek için öncelikle onu tanımak/tanımlamak gerekiyor. Bu tür kötücül duygular her birimizin içinde sinsi bir şekilde ortaya çıkmak için uygun yeri ve zamanını bekliyor.
Bize bir zamanlar manevi eziyeti olmuş (canımıza, malımıza, ırzımıza verilen zararlar elbette hukuka aksettirilir ki bu tamamen ayrı bir konu) bir kişinin sonrasında gördüğü zarar karşısında, (hastalık, kaza gibi) olgunlukla onun ardından “geçmiş olsun” demek herhalde insanî vasıfların en yücelerindendir. Çünkü, ödeşme hissi ile onun başına gelen felaket ile adaletin yerini bulduğunu düşünmek bizim üzerimize vazife olmayan bir durumdur. En Büyük Adalet Sahibi’nin adalet terazisinde zaman aşımı yoktur, bunu biliyoruz ve O(c.c.)’ nun verdiği/vereceği hüküm ve o hükmün şekli ve de zamanlaması konusunda yorum yapmak da bize düşmez elbette.
Önemli olan sonuna kadar haklı iken o haklılığın ödülünü bekleme sabrını gösterebilmektir.
Emil Cioran; “En büyük zalimler kafası kesilmiş mazlumlar arasından çıkar.” der. Mazlum iken zalim konumuna düşmemek için Yüce Allah(c.c.)’ın adaletine güvenip sırtımızı ona yaslamak, her işimizi O’na havale etmek en insanca vazifemiz olsa gerek.
Sağlığınız ve huzurunuz daim olsun.