Kızılın en masum halini karşıma alarak yazı yazmayı çok seviyorum.
Serinliği hissederek ve sessizliği tadarak oynattığım kalem, içinde bulunduğum vakte benden bir armağan olsun.
Sade fakat mânâlı bir armağan.
Rızkı için çatı çatı dolaşan güvercinlerde nasiplensin bu eşsiz armağandan niyetiyle onlara da nazar ediyorum.
Nazarıma mukabele edercesine sırayla ve hizayla raks edişleri beni ziyadesiyle mutlu ediyor. Ve ben anlıyorum ki niyetim o minicik kalplere ince bir sızı olarak işlemiş.
Öte yandan yol boyu tek tük de olsa beliriveren irili ufaklı araçların çabasına şahitlik edip ‘acaba neyin peşindeler?’ düşüncesiyle kalem sallamak bambaşka bir duygu.
Şafi isminin tecellisini hastasının benzinde görmek ümidiyle hastane yolunu tutan refakatçi, sevdiğine kavuşmak için gaz pedalını aşındırıp fren pabucunu kimsesiz koyan aşık, anne-babasına bir an önce kavuşmak gayesiyle gözünü kati surette yolun beyaz çizgisinden ayırmayan evlat, o teneke parçalarının ayrı ayrı serdümenliğini yapıyorlar.
Yeşile aşkla bakan, kök salıp yaş almış ağaçların üzerine hassasiyetle eğilen doğanın bekçisi ağabeyimize ne demeli peki?
Yorgun dallarla dans ediyor adeta. Öpüp kokluyor, hâl hatır sorup ‘ahval nicedir?’ sorusunu gezdiriyor baştan aşağıya. Ağzından dökülen inci misali kelamları can suyu kıvamında kabuk üstüne aşkla bezeyerek kök ve gök bağını kuvvetlendiriyor.
Toprağı da alıştırmış ilgisine. Attığı her adımı narin bir örtü kabul ettirip ‘senden gelen kabulümdür’ ifadesini baş tacı etmiş kap kara çehre. Susuz kalan bir yanı olduğu vakit suyun tatlı halinden tecricen ikram etmeyi ihmal etmemesi ilginin kaçıncı tonu kestirebilmek çok güç. Avuç içlerini açıp dikkatle ince çizgilere bakması öze dönüşün neresinde olduğunun kontrolüne delil değilse nedir sorarım size?
Ya esnaf kültürü?
Seherin kızılını dahi beklemeden kepenk kaldıran esnaf yazının tam olarak neresinde?
Tam ortasında.
Bereketin, suskun olan vaktin bohçasında olduğunu pek iyi bilen kültür erbaplarının hali de görülmeye değer.
Küflü kepengi kaldırdıktan sonra taşınır olan dükkan güllerini itinayla kapının önüne koyan ağabeyleri seyretmek benim nazarımda paha biçilemez. Envai çeşit malzeme bir dükkan önüne ancak o kadar yakışabilir. Her şey tastamam olduğunda ise sırayı okkalı bir temizlik alır. ‘Bal dök yala’ ifadesini hiç bu kadar yakışır görmemiştim sokak ve mahalle aralarında. Titrek damlaların parke taşlarına yayılışı ve kaldırımları pirüpak edişi tez canlı müşteriye gel gel yapıyor adeta.
Ve nihayet aheste aheste geliyor parlayan çay tepsisi.
Dükkanlara girip çıkarak yaş almış birçok çarşı büyüğünü sollayan çay tepsilerinden bahsediyorum. O muhitteki her yüzü tanır onlar. Her olaya vakıf, her kesime aşinadırlar. Sevindirerek sevinmeyi onlardan öğrenir insan. Kışın soğuğu, yazın sıcağı hiç ırgalamaz onları. Çünkü onlar değer taşır. Emek, kıymet, samimiyet ve muhabbet; hepsi onların eleğinden geçip gözlere ve gönüllere buğu olur.
Peki olmazsa ne olur?
Birçok şey eksik ve dahi yitik kalır. Tatsız ve tuzsuz olur lafların bütünlüğü. Amacına hizmet etmez atılan adımlar. Kör ve sağır kalır sokak lambaları. Duygu ve düşüncenin güdük halleri peydah olur, kurulurlar çarşı banklarının her bir köşesine. Mânâ kan kaybederek sararır ve sarsar. Yalpalar, tutunacak yer arar.
Evet dostlar,
Seher vaktinin halet-i ruhiyesini sizlere arz-ı endam ettirmeye çalıştım.
Aslında bir çoğumuzun yaşadığı durumlardan bahsettim.
Yabancısı değiliz esasında yazılanların.
Maksat sizlerin gönlünü okşamak.
Selâmetle…