Anadolu Selçuklu sanatı mimarlık alanında 12. yüzyılın ikinci yarısından yaklaşık 1308’e kadar geçen zaman içinde başta cami olmak üzere medrese, şifahane, imaret, zaviye, tekke, türbe, kümbet, han, kervansaray, kale, sur, saray, köşk, hamam, çeşme, köprü vb türlerde pek çok eser vermiştir.
13. yüzyıl Selçuklu camilerinin büyük bir çoğunluğu, örtü sistemi çok sayıda ayak üzerine oturmuş çok yaygın bir tipin örnekleri ya da bu tipin değişik yorumlara uğramış çeşitlemeleridir. Anadolu Selçuklularından günümüze ulaşan en eski tarihli cami, ilk yapımı 12. yüzyılın ortalarına kadar uzanan, yapımına Sultan Mesut ve Kılıç Arslan dönemlerde başlanıp 1220’de Alaattin Keykubat’ın tamamlattırdığı Konya Alaattin Camisi’dir. İçinde Ahlatlı Hacı Mengüberti adı bir sanatçının çok değerli ahşap minber yazıları vardır. Yapı iki ana bölümden oluşmuştur. Doğuda çok sayıda ayağın taşıdığı düz damlı birinci bölüm, batıda ise Alaattin Keykubat döneminde yapılan zengin çini bezemeli mihrap ve mihrap önü kubbesinin bulunduğu ikinci bölüm yer alır.
Konya’da 1215 tarihli Taş Mescit, 1219 tarihli Beşarebey Mescidi, 1220 tarihli Erdemşah Mescidi, 1248 tarihli Küçük Karatay Mescidi, 13. yüzyılın ikinci yarısından kaldığı sanılan Sır-çalı Mescit, 13. yüzyılın ikinci ya da üçüncü çeyreğinden anıtsal minaresiyle Hoca Hasan Mescidi, 13. yüzyılın sonlarından kalma Tahir ile Zühre Mescidi ve Beyhekim Mescidi, Akşehir’de 1235 tarihli Küçük Ayasofya Mescidi, 1226 tarihli Güdük Minare Mescidi, 1250 tarihli Taş Medrese Mescidi, Harput’ta 1279 tarihli Arap Baba Alaca Mescit anılmaya değer niteliktedirler. Dönemlerinin ilginç çinili mihraplarına ve tuğla bezemelerine sahip bu yapılar tarihle birçok konuda bağlantı kurulmasını sağlarlar.
Anadolu Selçuklu dönemi saray ve köşklerinden verilecek örneklerin başında Konya İçkale surlarının bir kulesinin değerlendirilmesiyle biçimlenen 1159-1192 arasında yapılmış olan II. Kılıç Arslan Köşkü gelir. Alaattin Keykubat’ın yaptırdığı saraylar arasında en önemli örneklerden birisi olan Kubadabad Sarayı ise 1949’da bulundu ve düzenli kazı çalışmalarına ancak 1965’te başlanabildi. Beyşehir Gölü kıyısında birçok yapıdan oluşan bu saray, çok zengin figürlü çinileri ve alçı işçiliğiyle dikkati çeker.
Osmanlı mimarisi Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup, imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği veya fikir öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar.
Osmanlı mimarisi kendinden önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memlük Mimari’sinden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisinin, Akdeniz ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğunu düşünen mimarlık eleştirmenleri de vardır.
Erken dönem mimarisi 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin Osman Gazi tarafından Söğüt'te Osmanlı'nın tarafından kurulması ile 1501 yılında Bayezid Camii'nin (1501-1505) inşaatının başlaması arasındaki dönemi kapsar. Bazı araştırmacılar ise bu dönemin Edirne'de yer alan Üç Şerefeli Cami inşaatının 1437 yılında tamamlanmasıyla bittiğini kabul ederler. 1437 yılında inşaatı tamamlanan Üç şerefeli Camii hem erken dönemin en önemli yapıtlarından kabul edilmektedir; hem de klasik dönemin özelliklerinden olan iç avluya sahip planlar ve ana kubbe öğelerinin ilk kez uygulandığı bir yapıdır.
Türkiye'deki mimarlık, ilk dönemlerinde Osmanlı mimarisinden oldukça etkilendi. Özellikle 1920'li yıllara hakim olan Birinci Ulusal Mimarlık Akımında bu etkileri gözlemlemek mümkündür.
1930'lu ve 1940'lı yıllarda yabancı kökenli (ağırlıklı olarak Almanya, Avusturya ve İsviçre'den) mimarların Türkiye'ye çağrıldığı ve onlara farklı amaçlar için ağırlıklı olarak kamu yapıları inşa ettirildiği gözlemlenmektedir. II. Dünya Savaşı ve sonrası, yani Türkiye'nin dış dünyadan izole olduğu 1940'lı yıllarda başlayıp 1950'lere kadar süren dönemde İkinci Ulusal Mimari Akımı etkili oldu. Bu dönemin sona ermesi ile Türkiye’de tek parti iktidarının sona ermesi birbiri ile paralel dönemlerdir. Türkiye’de mimarlık uygulamaları, yurt dışında gelişen modern ve postmodern mimarlık akımlarından etkilenmişse de özellikle 1970’li yıllara kadar ağırlıklı olarak yerli ve ülkeye özgü bir mimarlık kültüründen söz etmek mümkündür.
İlk dönemlerinde müteahhitlerin ve devletin etkisinin olduğu Türkiye’de mimarlık sürecinde, 1980’lerden itibaren özel sektörün ağırlığı artmasından ötürü;
Yeni dönem mimarların, kültürümüzü ve yaşadığı coğrafyayı dikkate alarak mimari projeler üzerinde çalışmalı.
Kopyalama yapıştır mantığından vaz geçmeli.
Kendinden bir şeyler katmalı, sadece maddiyat gözetilerek mimari projeler üretmemeli.
Hiçbir teknolojik imkanlar yokken, Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki binaların ilham kaynakları araştırılmalı.
Özellikle camiiler ferah, aydınlık, dini eğitimin ve ibadetin verildiği bu tür mekanlar ayrı bir özen ile yapılması sağlanmalı ki.
Büyüyen Türkiye bir kez daha yapılanlar ile öğünsün, yapılanlar ile örnek olsun…