- “Semâ’dan maksat ve niyet rûhen yükselmek, Allah’a giden yolda mesâfe almaktır. Semâ, âşıkların gıdasıdır, çünkü semâ’da sevgiliyle, Allah’la buluşma hâyali vardır.”
Semâ, lûgatte duymak, işitmek anlamına gelir; ıstılahta ise, mûsikî nağmelerini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkuyla raksetmeye, dönmeye denir. Mevlevî literatüründe semâ, ritm ve mûsikî eşliğinde yapılan, sağdan sola, kalbin etrafında çark atıp dönerek icrâ edilen bir nev’i ibâdettir.
Hareket ve dönme, varlıkların var olma sebeplerinin başta gelenidir. Kâinat da, tabîat da dönmededir. Dünya dönmede, aylar, yıldızlar dönmede, atomlar, elektronlar dönmede, semâ etmedeler…
Tabîatın ve insanoğlunun doğasına nakşedilmiş bu dönme hâli, ritm ve mûsikî eşliğinde ve zaman akışı içerisinde ya mistik bir kimlik kazanmış veya farklı şekil ve görüntüler çerçevesinde değişik duyguları kamçılayıcı bir özelliğe bürünmüştür.
Ritm ve mûsikî nağmeleriyle coşmak, coşkulu sesler çıkararak raksetmek insanlık tarihi kadar eski bir hâdisedir.
Bizim asıl konumuz “Mukabele” denilen semâ âyinlerindeki dönmedir. Bu dönme, bir mânâda mistik bir danstır. İptidâi toplumlarda sihirle karışan veya ilâhî bir karakter taşıyan dönme hâdisesi, mevlevîlikte birtakım kurallara sokulmuş, ideal bir şekle girip en yüce mertebesini bulmuştur.
Semâ olayını mûsikî ile birlikte ele almak gerekir. Zîrâ semâ, mûsikî ile birlikte icrâ edilir ve mûsikî, semâın ayrılmaz bir parçasıdır.
Semâ ve mûsikî hakkında İslâm bilginleri arasında “câizdir-câiz değildir” tartışması yapıla gelmiştir. “Semâ’ı bazı bilginler men’etmişler, bazıları câiz görmüşlerdir ya; her ikisi de doğrudur.
Nefse uyan, şehvetine kapılan kişiler, kibirle, gafletle semâ’a kalkarlar, ahret hallerinden haberleri yoktur. Onları semâ’ı boşuna bir iştir, oyundan ibârettir.” (H. Hüseyin Top, Mevlevî ûsûl ve âdâbı, Ötüken Yayınevi, İstanbul-2001, s.77-78)
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Tasavvuf Yolu adlı eserinde, semâ’ı “Semâ, nefsi bir olan en yukarı mevcudiyet sahibi Hakk Teâlâ’nın gizliliklerinden bir gizliliktir” şeklinde tanımladıktan sonra semâ’ı yapanları; “Nefsiyle semâ edenler, Akliyle semâ edenler” diye ikiye ayırıyor. Ve devam ediyor:
Bu iki türlü semâdan gayri semâ yoktur. Herhangi bir kimse ben Rabbime semâ da bulunuyorum demiş olsa, nihayet semânın son basamağı akıldır. Aklın da iki türlü semâ’ı olur.
1-Kendi yaratılış fıtratından olan semâ, 2-Şahsın durumuna karşı olan semâ’dır.”
Muhyiddîn Hazretleri, “Ben Rabbime sema da bulunuyorum” diyen kişinin de bunu “Onun işittiği kulağı olmuştum” hadisinden aldığını dile getirerek semâ’ı, gayet lâtif ve hoş bir şekilde gönülden gelen işitme ve duyma sesleriyle birlikte nefis bir üslûpla ele alarak anlatıyor. Yâni semâ eden kimsenin gönülden işittiği ses ve iniltilerin dışarı yansımasıyla birlikte kaskatı kesilen vücudun inlemelerinin (içten gelen gürlemelerin) bir tezahürü olduğunu dile getiriyor. Sonra sözünü şöyle bağlıyor:
“Ey mürid! Kendi nefsini aldatma? Bütün bu halleri ayrı ayrı sana ispat ettim, ister aklî semâ sahibi ol, ister nefsî semâ sahibi ol artık bu sana kalmış bir keyfiyettir. Hakk Teâlâ seni ve bizleri ve bütün Müslümanları ıslâh etsin.”
“Mevlevîliğin sembol zikri semâ’da da maksat ve niyet rûhen yükselmek, Allah’a giden yolda mesâfe almaktır.
Fakat semâ’ın arkasına gizlenen kötü bir niyet varsa ve semâ bir takım gizli hesaplara, siyaset, şehvet, servet ve şöhret gibi menfî ve menfûr emellere âlet edilmişse, o takdirde semâ’ kirlenmiş ve arılığını kaybetmiş olur. Üzüm suyunun şaraba dönüşmesi gibi, semâ’ da haram elbisesi giymiş olur.
Semâ hakkında Hz. Mevlâna şöyle buyuruyor:
“Dervişler vecde kapılırlar da, Allah’ı özleyişleri artsın, ahrete inanış sevgileri çoğalsın, gönüllerinden dünya sevgileri dağılsın, dünyaya gönülleri yabancı olsun diye semâ ederler.”
MEVLÂNÂ’NIN SEMÂ’I
Şems gelmeden önce Mevlânâ’nın semâ edip etmediği kesin olarak bilinmiyor. Sipehsâlâr: “Mevlânâ’nın semâ usûlünde ferecî kisvesinde olduğunu, destâr sarmada ise Şems’e uyduğunu ve Şems’in Mevlânâ’yı semâ’a rağbet ettirdiğini” yazar.
Eflâkî Ahmed Dede, “Menâkıbü’l Ârifîn”de: Mevlânâ’nın Şems’den sonra semâ’a rağbet ettiğini, bu hâlin ise dînin dış yüzüne bağlı kalan mutaassıpların kınamasına sebep olduğunu” yazar.
En doğru ve sağlam rivâyetlere göre Mevlânâ’nın Şems’den önce semâ etmediği, etse bile semâ’a düşkün olmadığı şeklindedir.
Devrin en büyük din âlimi olan Mevlânâ, verdiği fetvâlar karşılığında aldığı az bir parayla geçinirdi. “Semâ’da bulunsak bile fetvâ isteyen olursa bize getirin, cevabını verelim de aldığımız para helâl olsun” derdi.
Kadı İzzeddin semâ’ı inkâr eden bir âlimdi. Mevlânâ semâ ederken Kadı İzzeddin yanına gelir. Mevlânâ, onu kolundan çekip semâ’a sokar. Büyük bir vecd içinde semâ’a kapılan Kadı, semâ’dan sonra Mevlânâ’ya mürîd olur.
Semâ, diri kişilerin canına rahattır, huzurdur; canın canına sahip olan kişi bunu bilir.
Semâ, düğün dernek olan yerdedir, yas yerinde değil; çünkü orası feryâd figân yeridir.
Semâ, kararı olmayan canın harcıdır; tez kalk, sıçra, bekleme çağı değil.
Semâ, âşıkların gıdasıdır, çünkü semâ’da sevgiliyle, Allah’la buluşma hâyali vardır.” (Age., sayfa 84-88)
YARIN: Mevlevîlikte Kadın ve Kadından Semazen Olur Mu?