SENİ ÇOK SEVİYORUM

Prof. Dr. Hüseyin Muşmal

Uzun yıllar önceydi. Kızım Zeynep Bilge belki 5 belki de 6 yaşındaydı. Günün yorgunluğuna rağmen, akşam eve geldiğimde onunla ilgilenmeye, birlikte vakit geçirmeye çalışırdım. Aslında biz akademisyenlerin, doktora veya doçentlik tezi hazırlamak ya da onun ötesinde kitap-makale ve tebliğ üretmek gibi çalışmalarının önemli bir kısmının, mesai sonrasında akşam saatlerinden gece yarılarına kadar olan zaman zarfına sığdırılmaya çalışılması nedeniyle, çocuklarımıza ve evimize ayıracağımız vakitler sınırlı oluyordu. Bu nedenle küçük kızımla geçirdiğim saatler hayatımın en güzel ve en keyif verici anları olarak hatıralarımda hala büyük bir yer işgal ediyor. Onun bitmek bilmeyen oyun talepleri karşısında, uykusu gelene kadar çaresiz kalır, evin içerisinde çoğu zaman aynı yere saklanmak gibi tekrarlanan bir durum içermesine rağmen defalarca saklambaç oynardık. İkimizin icat ettiği yuvarlanmaca oyunu belki de birbirimize sıkıca sarılmamızın, sarmaş dolaş olmamızın tarifsiz bir biçimi olduğu için, misafir odasının geniş halıları üzerinde yoruluncaya kadar, bir o yana bir bu yana yuvarlanırdık. Aslında bu, belki de henüz “Hadi sarılalım” diyememiş olmanın verdiği sıkılganlıkla, adını koymadan baba kız özleminin giderilmeye çalışılmasıydı. Ancak bu durum, geleneksel bir ailede yetişmiş bir çocuk olarak, ölesiye birbirimizi sevdiğimiz halde, uzun yıllar boyunca annesine, kardeşine babasına, durup dururken hiç “Seni Seviyorum” diyememiş olmanın da bir sonucu olabilir. Bendeniz, ailemin diğer üyelerine zaman zaman ifade edebilmişsem de babama bu sihirli cümleyi pek kurabilmiş değilim. Kanser hastası olduğu 46 yaşında, yatağa düştüğünde dahi, “Seni Seviyorum Baba” diye söyleyebilmek için ne kadar çok dudak ısırdığımı dün gibi hatırlarım. Hayal meyal hatırlasam da, çocuklukta peşinden koşturup, sırtına bindirip, omzunda bizi gezdirdiği günlerde söylemiş olmalıyım. Ancak bunu sonraki yıllarda tekrarlamış olduğumdan emin değilim. Okul yıllarında harçlık aldığımda “Kralsın Baba”, “Aslan Babam” gibi naraları atmış, boynuna sarılmış olduğumu iyi biliyorum. Ancak ergenlik çağlarından itibaren kucağına oturmuşluğumuz, sımsıkı sarılmışlığımız, şöyle avaz avaz “Seni Seviyorum Baba” demişliğimizi çok hatırlayamıyorum. Hasta olup yatağına düştüğünde, çok defa odaya girip, “Seni Seviyorum Baba” deyip hızlıca çıkmayı denedim. Bazen dakikalarca yanına oturup lafı bir yere getirip “Babacım Seni Seviyorum” demeyi tasarladım. Muhtemelen, o durumda gözyaşlarımı tutamayacaktım, hadi ben ağlarım ağlamasına da, babamın ağlamasına kesinlikle dayanamayacaktım.  Hem babalar ağlamazdı, benim babam asla ağlamazdı. Onu bu hasta halinde güçsüz ve zayıflamış görmek dahi çok zoruma gidiyordu. Gözlerinde yaş görmek beni derinden sarsabilirdi. Bütün bu düşünceler, o iki kelimeyi söylemeyi bir sonraki güne ertelememe neden oluyor, bu yüzden ben her seferinde kahroluyordum.  Onu ellerinden tutup lavaboya götürmek dahi gücüme gidiyor, bana ihtiyaç duyacak kadar çökmüş olmasını, gencecik haline rağmen saçlarının dökülmüş olmasını görmekten sürekli ızdırap duyuyordum. Izdırabımı hafifletmek için, çoğu zaman yattığı odada durmuyor, yaşadığım duygu yoğunluğunu ortamdan kaçarak gizli saklı ağlayarak atmaya çalışıyordum. Artık geceleri sürekli babama nasıl “Seni Seviyorum” diyeceğimi tasarlıyor, her seferinde sabah olduğunda bundan vazgeçiyordum. Artık bu hal beni iyiden iyiye sıkmaya, bunaltmaya, daraltmaya, vicdanımı sızlatmaya başlamıştı. Bir sabah erkenden uyandım. Henüz güneş dahi doğmuş değildi. Annemin sabah namazı için ayakta olduğu vakitte babamın odasına girdim. Geceleri sürekli ağrı içinde olduğu için uyku uyuyamıyor, annemin yaralarına yaptığı masajlar sabaha doğru rahatlatırsa birkaç saat uyuyup kalıyordu. Kanser illeti onu bütünüyle sarmıştı. Sadece akciğeri değil, böbrek üstü bezlerinden, bağırsaklarına kadar bütün vücudu kansere yakalanmış ve hatta bu lanet hastalık kemiklerine dahi sirayet etmişti. Öyle kilo vermişti ki, kemikleri neredeyse bedeninden dışarıya çıkıyordu. Bu nedenle sürekli ağrılar çekiyor, kullandığı ilaçların fayda etmediği anlarda anacığım bitkisel ürünlerle acılarını, ağrılarını hafifletmeye çalışıyordu. Belki de böyle bir günün sabahında yatağında uyuyup kalmıştı. Sessizce kapıyı açtım, yavaş yavaş adımlarla yatağına kadar yaklaştım. Hastalıktan dolayı nefes alıp vermesi zorlaştığı için hırıltılı bir şekilde nefes alıyordu. Ancak ben yanına kadar yaklaştığım halde ondan hiçbir ses işitmiyordum. Ortalık çok aydın olmadığından uyanık olup olmadığını da seçebilmiş değildim. Kemoterapi ve Radyoterapi tedavisi sona erdiğinden beri o dalgalı saçları yavaş yavaş yeniden çıkmaya başlamıştı. Eskiden kucağına oturur, çok sevdiğim saçlarındaki beyazları kopartmaya çalışırdım. Hastalığa yakalandığında, henüz daha saçlarının tamamı dahi beyazlamamıştı zaten. Şimdi artık beyazlar kaybolmuş bütün saçları yeniden simsiyah çıkmaya başlamıştı. En çok ona sevinmiştim. Saçları yerine geliyor, yavaş yavaş kilo almaya başlıyor, o tombul yanaklarına sanki yeniden kan geliyordu. Birkaç dakika duraklayıp saçlarını izledim. Annem geceleri üstünü açtığını söylerdi hep. Ancak anladım ki anacığım sabah namazına kalkarken iyice örtmüştü üstünü. Yorganın üzerinde sadece elleri ve yüzü görünüyordu. Onun kocaman ellerinde derin yaraları olurdu. Traktörlerin altında sabahtan akşama kadar anahtar sallamaktan ellerinin, avuçlarının yara bere içinde olmasına alışmıştık. Ancak ayaklarının ve vücudunun derin yaralar içinde olmasına alışamamıştım. Eskiye dair her şeyini kaybetmese de o keskin ve güzel bakışları hala yerinde duruyordu. Gözlerinin içine bakıp “Seni Seviyorum Baba” demeye cesaret edebilir miydim? Zaten sanki ilk defa hırsızlık yapacak acemi bir hırsız gibi heyecanlıydım. Kalbim ilk defa bu kadar yerinden çıkacak gibiydi. Belki de bu yüzden babamın ne nefesini ne de kalp atışını duyabiliyordum. Derin bir nefes aldım, heyecanımı bastırıp başucuna sessizce oturdum. Bir süre yüzüne baktım ve gözümü kapatarak kulağına yavaşça fısıldadım.

Babacım seni çok seviyorum

Hiçbir tepki gelmemişti babamdan. Planım kulağına fısıldadıktan sonra kaçıp gitmek üzerineydi. Ama sesimi ona duyuramamıştım. Üstelik ağzımdan çıkan sözün büyüsü beni öylesine sarmıştı ki, gözümü açıp tekrar biraz daha yüksek sesle söyledim.

Babacım seni çok seviyorum

Ben üçüncü kez “Seni çok seviyorum” demek için kendimi hazırlıyordum ki, birden gözlerini açtı. İşte o an, saniyeler içinde odadan sessizce çıkıp gitmek ile kalıp bunu tekrar söylemek arasında gidip geldim. Babam gözünü kapatıp tekrar açtı. İşte o dakika, yerimden kalkmaya hafifçe yeltenmiştim ki, elimden hafifçe tuttu. Ve ben onun sıcak ellerine tutunmuş ve keskin gözlerine bakarken o sihirli sözcüğü sesimin bütün titrekliğine rağmen bir kez daha söyledim…

Babacım seni çok seviyorum

Ah babacığım benim, eğer o kadar hasta olmasaydı 20 yaşındaki kocaman oğlu ilk göz ağrısını kucağına alıp bağrına sıkı sıkaya basardı, biliyorum. Ancak hastalığı ağırdı, hafifçe doğruldu ve beni kendine doğru çekti. Bir taraftan sarılırken bir taraftan “Ben de oğlum ben de seni çok seviyorum” dedi.

Psikologlar hangi psikoloji ile izah ederlerse etsinler. Ancak ben “Seni Seviyorum Baba” sözünü 20 yaşında bir genç delikanlı iken keşfedebildim. Babama Seni Seviyorum diyebilmeyi başardıktan birkaç hafta sonra o dünyaya gözlerini yummuştu.

Bunun içindir ki, biricik kızıma her gün seni seviyorum diyebiliyorum. Bu sözü duyanlar bilsinler ki, onun her kelimesi duygu dolu, her harfi sevgi doludur. İşte ondan sonradır ki, kaybettiğim 20 yılın etkisi ve geç kalmış olmanın sabırsızlığı ile sevdiklerime ben dolu dolu “Seni Çok Seviyorum” diyorum. Belki kalan zaman yetmez diye sana bir kere daha söylüyorum. Seni Çok Seviyorum....

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.