Muhsin Öğretmen hemen her hafta sonu Bakacaktaki Koca Çınarın altına, sergiyi görmeye giderdi. Bakacak; dağın zirvesine yakın, bütün bölgenin rahatça görülebildiği sessiz, hoş manzaralı, yüksek ve güzel bir yerdi. Çevresi ormandı. Toros Dağlarındaki en güzel yerlerden biriydi.
Onun gittiği sergi, bir salonda sergilenen resimlerden ibaret değildi. Bu sergi, Bakacak çevresindeki doğal güzelliklerden oluşuyordu. Yani doğa resimlerinin gerçeği, orijinaliydi. Ona göre her şeyin güzel bir yanı ve sonsuz bir derinliği vardı. Bu sergi dünyanın en muhteşem sergisiydi. Çünkü gözünün görebildiği her yerde, her şeyde ve bütün evrende erişilmez bir sanat, ilahi bir güzellik vardı. Bunun için akıl ve gönül gözüyle bakmak yetiyordu. Ona göre sanattan anlamak aslında buydu.
Sergide, masmavi gökyüzünde pamuk yığınları gibi asılı duran bulutlara dalar giderdi. Yanı başındaki arıların, karıncaların ve binlerce çeşit böceğin, kuşun o akıllı faaliyetlerine baktıkça içine bir huzur gelir, rahatlardı. Toplu iğne başı kadar küçük böceklerin bile ne kadar akıllı, duyarlı olabildiklerini görünce, onca akıllı sistemi o küçücük böceklere sığdıran Allah’ın kudretini düşünür, Yaratanın büyüklüğünü iliklerine kadar hissederdi.
Bir asker disipliniyle koşan karıncalara, her biri ayrı bir ağız, ayrı bir şiveyle öten kuşlara, uçmanın tadını çıkaran kırlangıçlara, havada daire çizerek, özgürce uçan kaya kartallarına hayranlıkla uzun uzun bakardı. İlkbaharda uyanan muhteşem doğaya, yeşeren toprağa, bulutların ardında saklambaç oynayan güneşe, bazen karşı vadide gülümseyen gök kuşağına, yosun tutmuş, asırlık ladin ağaçlarına, pür çiçek gülümseyen yaban güllerine, rüzgârda titreşen kır çiçeklerine ve arada bir üfler gibi esen rüzgâra kadar önüne serilmiş her şeyi Bakacakta saatlerce seyrederdi.
Kâh baharda eriyen kar sularıyla coşmuş derenin çağıltısı, kâh ufka yaklaşan güneşin pırıltısı çekerdi dikkatini. Bazen karşı dağın yamaçlarında doruklara doğru ormanın saçlarını tarayıp giden kör dumana takılırdı gözleri. Onun, doruklardaki eşine kavuşmak için ettiği sessiz duaya, Küçük Keben’deki kayalardan sızan, erimiş kar suların şırıltısı da eşlik ederdi.
Bir an irkildi, kendini toparlamaya çalıştı, aman Allah’ım, dedi içinden. Delirmiş miydi yoksa duyuları mı şaşırmıştı! O sanki bu eşsiz melodileri kulaklarıyla değil, gönlüyle, ruhuyla duyuyordu. Örneğin saatlerdir zevkle dinlediği su şırıltıları, gerçekte çok uzaklardaydı. Oradan kulakla duyulması imkânsızdı. Ama O, hem de çok net olarak dinlemişti onları. Sanki görünmez bir el, o serginin bir eksiğini tamamlamıştı. Bu cümbüşün ortasında şaşkın bir halde bazen kendini de gördüğü olurdu.
Bir ara küçücük bir göçmen serçe kondu yanındaki çalıya. Serçe, mini minnacıktı ama çok güzeldi. Boynunda kıpkırmızı tüylerden bir halka, bir gerdanlık vardı. Ayakları kınalı, tüyleri rengârenkti. Gagası da kırmızıydı. Serçe, birden sevinç çığlıkları atmaya başladı. Kim bilir niçin böylesine sevinçli ve heyecanlıydı. Fakat! Aman Allah’ım! Küçücük, basit bir serçe ne kadar da güzeldi! Ne kadar da canlı ve hayat doluydu! Tuhaf ama aklından “İyi ki kuşlar makyaj yapmayı bilmiyor” diye geçti.
Gördüğü harikulade güzellikler, Muhsin Öğretmenin ikide bir aklını başından alır, sonra haline acıyıp tekrar geri verirlerdi. Kendi halinde, kelimesiz, sessiz ve emsalsiz halde akıp giden bu olağan dışı anlatımı dünyada görebilen, anlayabilen bir kişi daha olsun diye. Bazen bu güzelliklerden gözleri kamaşır, adeta göremez olurdu. Sonra görme yeteneği yine geri verilirdi. Milyar kere milyar sene düşünse kendisinin, zerresini bile hayal edemeyeceği bu emsalsiz güzelliklerin hikmet ve inceliklerini tekrar tekrar görebilsin diye.
Her şey olağan üstü bir sanat, rahmet ve merhametle yaratılmış, erişilmez güzelliklerle donatılmıştı. Görünmez bir gücün her şeyi sonsuz bir derinlik, yalın bir incelik ve olağan üstü bir güzellik ve sadelik içinde yaratmış olduğunu sergiye her gidişinde daha iyi anlıyordu. Bu gücün onları kusursuz bir uyum içinde, sessizce koruyor, doyuruyor ve erişilmez bir mükemmellikte yönetiyor olduğunu da görüyordu. Sergiden her dönüşünde varlıklara ve olaylara bakışının biraz daha değiştiğini, anlayış ve kavrayışının geliştiğini, analitik düşünce derinliğinin arttığını hissediyordu.
Her şeyi kusursuzca yaratan ve yöneten Kudretin büyüklüğü karşısında sanki binlerce defa kanı donar, aklı durur, dili tutulurdu Muhsin Bey’in. Sonunda tatlı bir rüyadan uyanır gibi kendine gelir, bütün bu curcunaya rağmen dinlenmiş, yenilenmiş, biraz daha olgunlaşmış, hoş görüsü ve yaşama sevinci artmış, ufku daha da açılmış olarak arabasına biner, geri dönerdi. Allah’a emanet olunuz.