Bu şehir; ete kemiğe bürünmüş bir adam olsa, kendisini cennet ehline dahil edeceğimiz ne tür bir “hasene”ye sahiptir sizce? Adım başı ibadete açık camileriyle mi? Yoksa açılırken etkili yetkili kimsenin irade ortaya koyamadığı tekel bayilerinden ya da ahlak fukaralarının, göz göre göre yerlere saçtığı telefon numaralarından utanan ehli kıblesiyle mi? Hangi ameli, Firdevs cennetlerine sokar bu şehri?
“Sahi övünülecek neyimiz var?” desem, eski defterleri tozlu raflardan indirmeye kalkacak birçoğumuz. Burayı “hâzâ şehir” yapan muhteşem medeniyet anıtlarıdır ve tabi ki ilim-irfan erleridir. Bin yıllık geleneğin coşkun ırmakları akacak ve biz oralarda yıkanmaya devam edeceğiz. Ancak, düşünce aksiyona dönüşmedikçe; o şehirde hiçbir hayat modelini insanın gönlüne yerleştiremeyeceğiz...
Mesela şehre gelen Suriyeli misafirler, ancak uzun bir tanışıklık evresinden sonra dost bulabiliyorlar. Bazısı şehirle ünsiyet kuramıyor, bir sürgün yaşarmışçasına günü dolduruyorlar. Kimileri de umutlarını şehre gömerek yeniden kuşatmanın ortasına dönüyorlar…
Sadece Suriyeliler değil, bizler için de öyle… Şehirler, insanların çoğununun sürgün yaşadıkları birer mekâna dönüşmüş. Emekli olunca memleketine dönemeyen binlerce mahkum kentli dolaşıyor aramızda…
Yanı başımızda 250 bin ölü, 100 bin kayıp, 600 bin gözaltı var. 700 bin kişi kuşatma altında… Dahası 6 milyon insan mülteci iken, birileri dumanın tütmediği yerlere benzinle koşup, gerçekleşmemiş olayların senaryolarını yazıyor, oluşturdukları kaos siyaseti de ne yazık ki pirim yapıyor. Herkesin dilinde aynı nakarat: Ne çekiyorsak “bu Araplar”dan çekiyoruz(!)… “Ev kiralayıp kira ödemeden kaçanlar”, “lokantalarda hesabı ödemeyip faturayı Vali’ye, Başkan’a havale edenler”, “uzun sakalları ile halkın arasında korku salıp terör estirenler”, daha nice ahlak dışı, vicdansız söylemler… Türk’ün dışında “adam” bilmeyen vatandaşlarla, iktidarı zayıf yerinden “yakalayan” paralel vesayet uzantıları, el ele kara propaganda tezgahlarında mesaiye kalıyorlar. Geçinmekten, iyilikten, hoşgörüden söz etseler de aslında ne geçinmeye meramları var, ne de iyilikten anladıkları…
Herhangi bir kişi ya da kuruluşu kast ediyor değilim. Bildiğim; bu şehrin yüzde 100’ü Müslüman, hepsi de hatim zincirlerine katılıyor, hepsinin de binlerce salavat “çekmek”ten dili damağına yapışıyor. Mezarların yanından kimse boş geçmiyor. Ancak, Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicret eden Mekkeliler’i “Muahat” (her şeyine kardeş) sistemiyle topluma entegre ettiğinden, iki farklı insan grubundan bir ümmet çıkardığından siyer okuyanların bile haberleri olmuyor.
Kardeşliğin ötesinde bir insan ve misafir olarak Suriyeliler’in Konya işgücüne ve ekonomiye yaptıkları desteği kimse Konyalı işverene, esnafa sormuyor. Kimsenin iş beğenmeyip “masabaşı, yatacak” yer ararken, sanayilerde “vasıfsız” diye nitelenen ve boş kalan çalışma alanlarını bu misafirlerimiz dolduruyor. Konya bir taraftan da başta mutfağı olmak üzere Halep kültürü ile entegre oluyor.
Ensar-Muhacir dayanışmasının benzer örnekleri yaşanırken, Sosyal Güvenlik Kurumu’nda “denet”çilik görevi yapanların, bir süredir yasal prosedürü bilmeyen ve “Suriyeli” çalıştıranlara, çalıştırdıkları kişi başına 10 bin liraya kadar ağır para cezaları kestikleri haberleri geliyor. Ankara, Yeni Türkiye’nin yol haritasıyla uğraşırken, Konya SGK’cılarının sanayicilere “yaptırım” uygulamaları, hem vatandaşı mağdur ediyor, hem de SGK’nın kolaylaştırıcı, yardım edici rolüyle kazandığı “ecr”i zayi ediyor.
Türkiye’de 2 milyon misafiri bağrına basan amirin memurun arasında, bazı Konya SGK denetçilerini farklı kılan nedir ki, “Eski Türkiye” alışkanlıklarına devam ediyorlar.
Belediyecilikte bir ilkedir, Konya’da yaşayan herkes -yerlisi, misafiri, mültecisi- Konyalı kabul edilir. Sosyolojik analizler yapmaya gerek yok, 60 bin sığınmacı insana yaşadıkları üç günlük huzur, birilerince çok görülüyor...
Huzurun temini konusunda başta kurumların daha hassas olmaları gerekmez mi? Sığınmacı çalıştıran işverenlerin, cezalarla huzursuz edilerek şehrin huzurunun kaçmasını, Sayın Valimiz, Sayın Başkanımız kadar SGK müdürümüzün de istemeyeceğini biliyorum.
Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, Vali’ye, Belediye Başkanı’na rağmen yetki kullanarak “iş yapıyor” olabilirsiniz, ama vicdanlarınıza rağmen, insanları acıtacak tutanaklar imzalayamazsınız. Hepimiz biliriz ve inanırız ki, “ehli sünnet” olmak, “kolaylaştırıp zorlaştırmamak” diye evrensel bir öğretiye inanmayı ve onu yaşamayı gerektirir.
Sahi “Bugüne ait neyimiz var?”(dı)…