Şehirlerin ‘’yüzleri’’ olur. Şehirlerin yüzleri olmalıdır. Şehirlerin yüzleri unutulmamalıdır. Şehrin kimliğinden ayrı düşünülemeyecek ve şehrin kimliğini oluşturan en önemli unsurların başında şehrin yüzleri gelmektedir. Şehri var eden ve şehrin kendini sürekli var etmesini sağlayan bu oluş sürecinin başrol oyuncularıdır. Esnaflar, meczuplar, mahallenin büyüğü, çok konuşan komşu, delisi, akıllısı ile yaşayan her bir insan şehri motif gibi örer ve şehrin yaşayan tarafını oluşturur. Biriktirdiğimiz bütün hatıraların esas paydaşı olan bu insanların, farkında olmadan hayatımızın önemli bir parçası haline geldiğini de sonrasında fark ediyoruz. Yalnızca selam verip geçtiğimiz bir köşe dükkân esnafının, evden geç çıktığımız günlerde simit aldığımız seyyarın, mekânlarla özleşmiş meczuplarla geçirilen ilginç anların her birisi aslında hayatımızın bir parçası. Çoğu zaman hikâyesini dahi bilmediğimiz, bazen gerçek isimlerini bile öğrenmediğimiz bu insanlarla kurulan samimi muhabbetlerin zihnimizin derinliklerinde yer edinmesi de başka bir güzelliğin işaretidir.
Şehrin mekânlarında gezerken, dinlenirken karşılaştığım her insanın hayatımda bir anımdan daha fazla yer edindiğini düşünmüşümdür. Şehrin farklı mekânlarında, günün farklı saatlerinde vakit geçirirken karşılaştığım şehrin yüzlerinden bir ağabeyi kaybettiğimizi öğrendim. Bütün gün adeta Konya’nın her bir sokağını adımlıyormuş, izlenimi veren ve sahiden de tepsisindeki simit bitene kadar neredeyse hiç oturmayan ‘’Simitçi Fahri’’ abiden bahsediyorum. Fahri abiyi Büyülü Fener’de tepsisi kafasının üzerinde kalabalık dükkâna girip, yanan közün başında çay içerken tanımıştım. Simit isteyenlere, yaptığı muzipler kadar soğukta kalmış simitleri közün üstünde ısıtması da bir film sahnesine benzerdi. Her ne kadar sağlıksız olduğuna dair birileri ara ara yorum yapıyor olsa da yanmış susamın kokusu ve lezzeti bir başka oluyordu.
Fahri abi sürekli gülen, muzipliği hiç bırakmayan, hep yürüyen hiç durmayan bir enerjiyle yaklaşırdı. Kendisinden çok bahsetmez, şikâyet etmez, samimi olduklarına çalışmayı öğütlerdi. Özellikle sabahları simit uzattığında ‘’vallahi param yok abi’’ dediğinde simidi bırakıverirdi. Cebinde parası olup, Fahri abiyi başından savmak isteyenler bu hamle ile yerin dibine girerken sahiden benim gibi öğrencilikten parayı bitirmişlerin de karnı doyardı.
Bir gün ekonomi üzerine konuşurken Fahri abi çayını yudumluyordu. O esnada çok yapmadığı bir şeyi yapıp muhabbete dahil oldu. Ne kadar uzun süredir simit sattığını da bu esnada öğrenmiş oldum. Yıllardır tepsisiyle gezdiği yerlerdeki satış miktarındaki değişimin yanında insanların simit almama sebeplerine dair yaptığı yorumlarda beni ziyadesiyle etkilemişti.
Bir gün aramamı rica ettiği numaranın fırıncı olduğunu fark ettiğimde biraz konuşmuştuk. İlk defa orada bir yorgunluktan bahsetmişti. Muzipliği bırakıp konuştuğunu gördüğüm ilk haliydi. O muzipliğin arkasında bambaşka bir hikâye vardı. Ama ben o hikâyeyi yüzeysel bilmenin ötesine geçmek istemedim, nedense.
Dolmuşta geç bir saatte karşılaştığımızda öğrenmiştim evinin yerini. Saatlerce yürüyüp geceye yakın bir saatte eve dönerken bindiği dolmuşta gözlerinin kapandığını izleyerek, insana dair düşündüğüm bir yolculuktu.
Fahri abinin son yolculuk haberini alınca yazmak istedim. Allah rahmet etsin.