Sınır anlayışı çok uzun zamandan beri var olan bir süreçtir fakat sınıra yüklenen anlam ve işlev dönem dönem farklı özellikler taşımaktadır. Sınır sanılanın aksine bir çizgiden ibaret değildir. Sınır bünyesinde barındırdığı kimlik, aidiyet, farklılıklar gibi kavramları ihtiva etmektedir. Batı Roma, Çin ve Federal Almanya gibi büyük siyasi yapılarda ve imparatorluklarda dahi sınır anlayışı vardı; ama buradaki sınır anlayışı egemenlik anlayışına değil, dış saldırılardan korunmaya yönelikti. Osmanlı imparatorluğu ise nevi şahsına münhasır (kendine özgü davranış ve karakteri olan) bir yapıya sahipti. Modern öncesi dönemle, modern dönemin ulus devlet anlayışına geçildiğinde sınırda köklü dönüşümler yaşanmıştır.
Modern öncesi dönem devletlerinde sınırdan ziyade hudut boyları vardı. Hudut boyları ise siyasi otoritenin zayıf olduğu dağınık yerlerdi. Hudut boyları belirlenirken o bölgede yaşayan insanların sosyal yaşamları göz önünde bulundurulurdu. Hudut boyları olmasına rağmen insanlar sınırın öteki tarafıyla rahatlıkla etkileşim içerisinde bulunabiliyorlardı. Toprağın sosyal yapılanması vardı ve homojenlik söz konusu değildi hudut boylarında. Farklı topluluklardan insanlar, aynı coğrafya üzerinde ikame edebiliyorlardı. Her topluluğa tahsis edilen roller ve yerler farklı idi. Dolayısıyla çatışma ve rekabet de çok nadir yaşanan bir durumdu.
Modern dönemde sınır algısı ise; 17. Yüzyıldan sonra Avrupalı güçler (kral ve burjuvazi), Katolik Kilisesi’ne verdiği mücadeleden galip çıkınca ulus devletin oluşumuna zemin hazırlandı. Ulus devlet kavramının ortaya çıkışı ve ulus devletin oluşumu Westfalya Antlaşması’na (1648) dayanmaktadır. Bu antlaşmaya göre; her devlet üzerinde yaşadığı toprağa egemendir. Fransız devriminden sonra da asıl yayılımını göstermiş ve oldukça etkin bir hale gelmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra hudut boylarının belirsizliği ve geçirgen özelliği yerini sınırların katı ve geçilmez özelliklerine bırakmıştır. Hudut boyları sosyal yaşamı temsil ederken sınırlar özellikle Fransız Devrimi’nden sonra daha da sert bir hale gelmiş ve askeri bir içerik kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı, ulus devletlerin daha da çoğalmasını sağlarken, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Nato ve Birleşmiş Milletler gibi birçok ulus devletin birleşmesiyle oluşan yeni birlikler oluştu. Son büyük oluşum ise bir taraftan oluşum diğer taraftan dağılma süreci yaşayan Avrupa Birliği…
Günümüzde sınırlar, bir taraftan medeniyetler ittifakı, diğer yandan çok kültürlü mikro yapılar algılarının oluşum sürecinde, Akdeniz sahillerine vuran göçmenler ve sınırlarında asla geçirgenlik istemeyen beyaz ırkın bitmek tükenmek bilmeyen dünyeviliklerine teslim olmuş durumda. Sosyal medya ve internet ağları aracılığı ile sınırları bir şekilde aşabilen periferi ülkelerinde yaşayan genç nüfus ise modern yaşamın (Protestan ahlakı) özlemini çekmektedir.
Dünyadaki tüm ülkelerin Gayrisafi Milli Hâsılaları (GSMH) yani ortalama kişi başına düşen yıllık gelir, 1990 yılında 5.375 dolar iken son verilerin oluşturulduğu 2013 yılında ise bu rakam 14.337 dolara yükseldiği halde ve zengin ülkeler daha da zenginleşmiş fakir ülkelerde ise belirgin bir değişiklik olmamıştır. Yani gelişmiş ülkeler malını ve parasını ikinci dünya ülkeleriyle paylaşmak istemediğinden sınırlarda tedbirler artarken, öteki algısı her geçen gün yeniden üretilmektedir.