Havalar soğudu, bana yollar göründü. Sizlere daha önce kasvetli kış ünlerinin beni kitabevlerinin sıcacık koltuklarına sevk ettiğinden bahsetmiş miydim?
Hafızam beni yanıltmıyorsa bahsettiğimi hatırlamıyorum.
Evet evet daha önce sizlere böyle bir şeyden hiç bahsetmedim.
O zaman hemen bahsedip belli edivereyim.
Bu yazımı estetize edilmiş mimarisine hayran kaldığım bir kitabevinde yazıyorum.
Burayı öylesine seviyorum ki; varmak üzere yollarında adımlarken bile içim kıpır kıpır ediyor.
Yol boyunca seyrek de olsa beliren irili ufaklı metruk binaların gözlerime hücum edişini bile görmezden gelip yok saymaya çalışıyorum.
Vardığım vakit kafamı kapıdan içeriye doğru uzatma evhamlığı'na bürünüyorum. Akabinde ise nostalji ve huzur yüklü kolonların sadece binayı ayakta tutmakla kalmadığına şahit oluyor bunun yanında muhabbet ve sadeliği de yüklendiğini görüyorum.
Raflar, kitapları muhafaza etmekten ziyade onları ilme susamış aşkla kucaklıyor.
Kitabevi çalışanları ise muhataplarına yani bizlere müşteri gözüyle değil, soy ağacının dal budak vermiş bir değerlisi gibi yaklaşıyor.
Çayın demini sohbete ve meşakkate saklayacağımızı bildiğinden açık renkli çayı önümüze tutuşturan Halit kardeşimi de zikretmeden geçemeyeceğim.
O buranın gülü, müdavimi ve dahi her şeyi.
Hatırlılar böyle dillendirilir.
Devam…
Çayımız da geldiğine göre kafamı pencereye doğru çevirip dışarda gördüğüm çarşı eşrafının haleti ruhiyesini sizlere arz-ı endam ettirebilirim.
Sıcak havalarda olduğu gibi kapı önlerine sandalye atmış esnaf pek göremiyorsunuz.
Görseniz bile bu sayı bir elin parmak sayısını geçmiyor.
Aslında ben böylesi görüntüyü daha çok seviyorum.
Nedendir bilmem ama azlık ve özlük ilişkisini herhalde bu görüntüde yakalayabiliyorum.
Kapalı kapılar ve buğulu camlar satıcıya daha fiyakalı geliyor hissini yine onlardan devşiriyorum.
Kaldırımlarda annesinin eline sıkı sıkıya yapışmış miniklerin hızlı adımları ve anneleri tarafından havanın soğukluğuna binaen ‘çabuk ol!’ dercesine çekiştirilmeleri de gözlerimi okşuyor.
Ya sevgililer… Onlara ne denmeli?
Soğuktan elleri buz kesse de sevdanın ılıklığıyla demleniyorlar.
Bu her hallerinden belli.
Cıvıl cıvıl gülüşmeleri, adımlar haldeyken bile başı omza koyuşları ve sarılıp koklaşmaları delil olarak yeter.
Kafamı baktığım yerden biraz daha sağa çevirdiğimde ayakkabı boyacısı Kâzım amcayı görüyorum.
Bir tanedir o.
İşinin hakkını verip, mesleğine dört elle sarılır.
Gelişi güzel, lalettayin iş yapmaktan hiç hoşlanmaz.
Çayımı kaptığım gibi yanında aldım soluğu.
Selam verip işlerin nasıl olduğunu sordum.
Tebessüm etti ve ardından her zaman ki gibi ‘Tek olan Rabbe Şükür’ diyerek karşılık verdi.
Ve ardından yanına oturmamı isteyerek tabure uzattı.
Nasıl geri çevirebilirim ki?
Hemen yanına çöktüm. Yanına çökerken de can havliyle Halit kardeşime el ediverdim.
Sohbetin belini iki bardak açık çayla kıralım istedim.
Neden demli olmadığını yukarıda belli etmiştim, unutmadınız değil mi?
Çayın demini sohbete saklamak için…
Her zamankinden biraz farklıydı sanki, keyifsizdi.
Belli edercesine birkaç kelam etmek istedim.
Ne demek istediğimi anladı tabi.
‘Artık çekmiyor’ dedi.
Ben de hemen ‘Nedir çekmeyen?’ şeklinde mukabelede bulundum.
Yaşın yettiğince bilirsin dedi. Yıllardır burada dururum. Belki de binlerce insan gelip geçmiştir önümden. Çok dönemler eskitmişimdir. Ama bu dönemki gibi sahte ve yapmacık dönemi daha önce çok az gördüm dedi.
‘Daha kötüye gitmez İnşaAllah niyazında bulunarak bardağı hemen ağzıma götürdüm zira kendimi tutamayıp çok şey söyleyebilirdim, keyfimiz kaçardı.
O da bunu çok iyi bildiğinden ‘İnşaAllah Sadık’ım’ deyip susmayı tercih etti.
O an için daha da ağzımız kelam kesmedi.
Birazcık iş yapışını seyrettim daha sonra da müsaade isteyip yanından ayrıldım.
Giderken arayı açma dercesine bir bakış attı bana.
Ben de müsterih ol, en kısa zamanda yine geleceğim dercesine tebessüm ettim.
Evet,
Yine kitabevinin sıcacık koltuğundayım…
Yazmaya devam edelim.
Selâmetle…