İlkbahar ile çiçeklenip canlandığına şahit olduğumuz doğanın bu zamanlarda yapraklarını dökmeye başladığını görünce insan ister istemez hüzünleniyor. Belki buna biraz da baharın “son” olarak tanımlanması etki ediyordur. Ama insanoğluyuz, ümitvarız. Sert kışların en güzel baharlar için olduğunu hiç unutmayız.
Sonbaharı her ne kadar hüzün mevsimi olarak adlandırsak da dağların allı yeşilli rengarenk görüntüsü bizi kendine hayran bırakmaya yetiyordu. Bu hayranlığım sadece görüntüsünden dolayı da değildi. Öyle ki; bir tarafı yaprak dökmeye başlayan ağaçların bir taraftan da meyve vermesine şahit oluyordum. Yaz günü dönüp bakmadığımız, bir damla suyu bile esirgediğimiz hatta adını bile bilmediğimiz ağaçlar bugün bize tüm cömertliğini sunuyordu.
İlkbahar, yeni doğmuş bir bebek gibi hayata atılırken sonbaharı ömrünün son demlerini yaşayan bir ihtiyar gibi görürüz genellikle. İlkbaharla birlikte çiçeklerle bezenen ağaçlar şimdi de meyveleri ile taçlanıyor. Boz armut, alıç, sumak bunlardan sadece bir kaçı.
Bütün bu düşünceler eşliğinde Toros Dağlarının bağrında yurt tuttuğumuz Taşkent'in yüksek ve derin vadilerini keşfe çıkıyorum. Sizlere lezzetini, kokusunu, aromasını sunamayacağım ama objektifime takılan hoş görüntüleri paylaşmaya çalışacağım.
Güneş'in ilk ışıklarını saçmaya başladığı saatlerde sonbaharın doya doya yaşandığı Taşkent’in Derebaşı mevkisine ulaşmak üzere küçük bir gezintiye çıkıyorum. Yol boyunca gözüme çarpan manzaraları hayranlıkla seyrederek yürüyorum. Sonbahara teslim olmuş ağaçlarda yeşil sarı ve kırmızının her tonunu görebilmenin heyecanı içinde etrafımı süzüyorum. Bahçelerde son çalışmalarını yapan eli nasır tutmuş kavruk tenli insanlara rastlıyorum. Baharın ekip diktikleri, yazın sulayıp çapalayıp gözü gibi baktıkları bahçelerden mahsullerini hasat ediyorlar. Onların bu çalışmalarını kısa molalar vererek izledim. Gördüm ki insanoğlu ile doğa ayrılmaz bir parça olmuş burada.
Yol boyunca sıralanmış kuşburnu ağaçlarına rastlıyorum. Hem çayını yapmak hem de marmelat yapmak üzere dikenlerin arasından kendime bir miktar topluyorum. Yolun gerilerinde dikkatimi çeken alıç ağaçları da var. Renginin cazibesine kapılıp çıkınıma bir miktar da alıç ekliyorum. Dağların verdiğini beyler vermez demiş atalarımız. Hakikaten de öyle. Yöremizde boz armut dediğimiz ahlat ağaçlarının etrafını saran birine rastlıyorum. ‘Kolay gelsin’ diyerek söze başladığım sohbetten boz armutla ilgili hayret verici bir bilgi öğreniyorum. İnanması güç ama bu armuttan ekmek yapılıyormuş. Anlattıklarına göre kurutulup taşta ezilerek un haline getirilen armut, ocakta pişirilerek ekmeğe dönüşüyormuş. Çok güzel lezzeti varmış. Bu güzel sohbet ve faydalı bilgiden sonra menzile ulaşmak için yola koyuluyorum. Tabiî ki çantama sumak, cırtlık, alıç, boz armut ekleyerek...
Sonbaharın güzide meyvesi elmalar ise adeta ağaçlardan toplanmayı bekliyor gibiydi... Gezim esnasında Toros Dağlarının bağrında yaşamını sürdüren, doğayla iç içe olan yöre insanının ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
Bir gün el değmemiş bir doğada kendinizle baş başa kalmak isterseniz aklınıza ilk gelen yer Taşkent olsun.