40 yaşındaydı. İyi bir eğitim almıştı. Başarılı olmak için elinden gelen her şeyi yapsa da yetmemişti. Hangi basamağa ulaşsa üstünde bir tane daha vardı. Üstelik ondan önce oraya birileri ulaşmıştı. Hatta bazıları ona göre kolay yoldan ve onun katlandığı zahmetleri çekmeden kolayca tırmandırılmıştı. Bir gün kendince basit bir sebeple gittiği hastanede doktoru tahlillerine uzun uzadıya bakıp sonra endişeli bir ses tonuyla kendisiyle yalnız ve ayrıntılı görüşmek istediğini söyleyince başından aşağı kaynar sular döküldü. Hastaneden çıktığında telefonunu kapattı. Bir parka gidip saatlerce oturdu. Etrafına bakınıp durdu. Yine de gelip geçenler oluyordu. O yüzden ağlayamadı da.
Onu ilk gördüğümde lütfen bana ne için yaşanır söyler misin demişti.
İnsanlar sanki yarın da burada olacaklarmış gibi nasıl bu kadar rahat, aldığı yarım kilo domatesin içinde bir tane çürük çıktı diye satıcıyla nasıl saatlerce kavga edebiliyorlar, önünde yavaş ilerleyen bir bisikletliye hiç durmadan korna çalıp nasıl küfredebiliyorlar, söyler misiniz bana bunca insan bu denli öfkeyi nasıl taşıyabiliyor? Hele dünya bunca incinmeyi, küskünlüğü, kırgınlığı, düşmanlığı, nasıl görmezden gelebiliyor?
Sessizce dinledim.
Duygusunu anlamaya çalıştım. Üzgündü. Kırgındı. Öfkeliydi. Asıl işini, asıl yapılması gerekeni yapmayıp boşa vakit geçirmiş, sınavda nasılsa vakit var diye sorularla ilgilenmek yerine etrafa bakınmış ta birden son 10 dakika anonsunu duymuş birisi gibi ürkmüş ve heyecanlanmıştı.
Onunla görüşmeye devam ettim.
Sonraları biraz daha sakinleşti. Ne yapmak istiyorsun dedim. İnsanlara, incinip öfkelendikleri zaman bunun bir önemi yok, birazdan bitecek yolculuk demek istiyorum dedi. Herkese ve her şeye geçici olduklarını söylemek istiyorum dedi.
Biraz daha sakinleşip kabulü arttıktan sonra başkalarıyla ilgilenmek te vakit kaybı der oldu. Sizden bir şey sorup öğrenmek derdinde olmayanlara bir şey anlatılmaz. İçinde kelimeler barındıran bir kağıdı ateşe atmak gibi.
Yine de eskisi kadar görüşemesek te bir şeyler karaladığını, yazmaya başladığını duyuyordum uzaktan.
Bir gün bana da yazdı: “Biliyor musunuz? Düşünecek çok zamanım oldu bu arada. Yaşadıklarımı, etrafımdaki insanları, sizinle görüşmelerimizi, neden o kadar çok değerli olmaya ihtiyacım olduğunu, içimdeki bitmeyen ve dolmayan boşluğu, ilişkilerimi, pişmanlıklarımı. En sonunda kimseyi suçlamamaya karar verdim. En çok da kendimi bağışladım. Bunu nasıl mı yaptım? Kendime yüklediğim her şeyden soyunarak. Bana en başta verilen varlığın sonradan ilave ettiğim her şeyden daha değerli olduğuna inanarak.”
Hz Mevlana Mesnevisinde su sığırının hikayesini anlatır:
Bir su sığırı bir gün suyun kenarında bir inci bulur. İncinin değeri konusunda bilgisiz olduğundan her gün parlaklığıyla bir miktar meşgul olduktan sonra işine gücüne bakar. Bir tacir bu inciden haberdar olunca gizlice onun dışını balçıkla sıvayıp su sığırının ilgisinden uzaklaştırır inciyi.
Bu hikaye gelmişti aklıma onun yazdıklarını okuyunca. İnsan da dışı balçıkla sıvalı bir inci. İçindeki inciden habersiz durmadan dışına balçık sıvayanlar gibiyiz hepimiz de. İstediklerimize ulaşmanın yolunun dışımızı daha çok sıvamak olduğunu zannediyoruz. Halbuki durum tam tersi.
Varlığımızdan soyunarak parlayacağız.