Bir belediye otobüsüne binin. Bir tebdil-i mekan yaparak, sizin için uygun olan bir vakitte kenar semtlere ya da mücavir alanlara kısa bir seyahat yapın. Beton binaların arasından ayrılıp, açık alanlarda yeşil bahçelerin, bolluk ve bereket fışkıran tarlalarının aralarından bir dolaşıp gelin.
Her adımda size uymak zorunda olduğunuz kuralları hatırlatan, biraz da kasvetli şehir havasından kendinizi koparıp, size daha rahat davranmaya müsaade eden tabiatla buluşup bir mini mülakat yapın. Hz. Mevlana'nın metoduyla, tabiattan dersler çıkararak tefekkür edin. Göreceksiniz ki, ruhunuz dinlenecek, dinlenmiş ruhunuz bedeninize bu tabiatın sakinliğinden bir fıtri huzur demi süzecek.
İnsanlar tarlalarda nasıl da karıncalar gibi çalışıyor, yaratıcının kendilerine ayırdığı rızkı elde etmenin gayretine koyulmuşlar. Her taraf yemyeşil, gökten yağmurlar yağıyor, yerden nimetler fışkırıyor. İnsana, rızkını temin etmek için çalışmak, nimetleri ihtiyacı olanlarla paylaşmak ve şükür kalıyor. Çünkü şükür, nimetin daha da artmasına vesile oluyor. Çünkü bu nimetleri kulları arasında taksim eden Yaratıcımız öyle buyuruyor: " Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti."(İbrahim Suresi-7)
Aslında milletimizin geleneğinde oluşan bir şükür kültürü vardır. Bundan dolayı büyüklere halini sorarsanız çoğunlukla yorumsuz bir cevapla "şükür" derler. Mesela bir dükkana girseniz, dükkan sahibine "işler nasıl" diye sorsanız, alacağınız cevap o şahsın yaşına göre değişmektedir. Eğer dükkan sahibi yaşlı bir kişiyse "şükür" diyecektir. Eğer genç ve aza şükretmeyi bilmeyen biriyse vereceği cevap "abi işler durgun" olacaktır. Öyleyse buradan, yeterince nimetlere şükretmeyi genç nesillerimize öğretemediğimiz ortaya çıkıyor.
* * *
Geçen hafta sonu Sille taraflarında bir dostun bağ evinde misafir edildik. Çok değerli hukukçularımız, bu ülkeye ve millete değişik alanlarda hizmet etmiş ve halen de etmekte olan kıymetli devlet ricali dostlarımızla birlikte idik. Geçmişten günümüze herkesin kendine ait hatıraları, güzel görüş ve fikirlerini dinledik.
Herkesten yaşça daha büyük olan bir ağabeyimiz biraz çocukluk ve gençlik yıllarından bahsetti. Yedi düvelin birlik olup da diz çöktüremediği, savaş sonrası yaralarını sarmaya çalışan Anadolu insanının hayat mücadelesinden tablolar anlattı. "Hey gidi günler hey" diye başlayan konuşmasına yoklukla geçen yıllara ait hatıralarından ilaveler kattı: "Biliyor musunuz, bizim çocukluk yıllarımız her öğünde bulgur pilavı ve ayranla geçti. Çünkü memlekette başka yiyecek bir şey yoktu."
Bir diğer ağabeyimiz, söze devam etti: "Şimdiki gençler bizim o yaşadığımız yokluk yıllarını hiç görmedi. Doğuşta kendilerini bolluk ve nimetlerin içerisinde buldular. Ellerinde bir telefon, sosyal medya bağımlısı olarak sokaklarda dolaşıyorlar. Korkuyorum, ülkenin başına bir hal gelse acaba sahip çıkmazlar mı diye endişe ediyorum."
Evet, hele bu günlerde, orada burada taşkınlıklarla gezen, milletimizin sabrını zorlayıp üzen, milli ve manevi değerlerinden habersizce birileri tarafından sokaklarda gezdirilen bazı gençleri görünce, bir şeylerin eksikliğini hissediyoruz. Milli Eğitimimize; nankör olmayıp, şükretmeyi öğretecek daha güçlü bir müfredat düzenlemesi katmak gerekiyor. Ama ümitsiz olmayalım ki, her şeye rağmen vatanına, tarihine, milletinin değerlerine sahip çıkacak; sabırla ve sessizce nöbette olan bir nesil yetişiyor. Şükürler olsun.