Akli dengesini herhangi bir sebepten dolayı kaybetmiş ama tedavi uğraşı verilmediği için öylece kabul edilmiş “deli”ler, Türk insanının başının tacıdır. Doğuştan bir akıl ya da zeka arızası olmayan ama daha sonra kara sevda veya en sevdiğimiz türü olan “fazla akıl”dan delirenlere bayılırız. Bir mahalledeyse neredeyse herkesin sevgilisi, esnaf arasında boş saatlerin eğlencesi olur bu deliler. Bir şeye kafayı taktılarsa “saatli deli”, “poşetli deli” gibi isimlerini de verir, toplumca onları oldukları gibi kabul ederiz. Bilmeyenlere hikayeleri her geçen gün daha efsanevi bir şekilde anlatılır, “Bak sen bunu deli sanıyorsun ama bu garip fazla zekadan bu hale gelmiş” veya “Kızı öyle bir sevmiş ki babası vermeyince divane olmuş” diye davaları uğruna akıllarını yitiren bu insanları benimseriz.
Akıldan yoksun oldukları için onları cennetlik olarak görür severiz, davaları uğruna akıllarını yitirmelerini takdir eder severiz, onlara sadakamızı vererek sevaba girme hissini yaşarız, ama bir kısmı da vardır ki gayet akıllı oldukları halde kendilerinde bir kutsallık olduğu havası yaratıp yardımsever Türk insanının duygularını ve cebini sömürmeye başlar.
Kentimizde son zamanlarda artan Suriyeli dilenci sayısı hepimizin malumu. Bunlar iyi iş yapıyor olmalı ki, kendi dilencimiz de Suriyeli rolünü çalarak para kazanmaya çalışıyor. Kentimizde zaten yeterince dilenenler vardır. Son zamanlarda bunlara Suriyeliler eklendi ve bizim dilencilerimizi piyasadan silip attılar. Araplar, tıpkı yüzyıllar önceki gibi insanların dini duygularını istismar etmek suretiyle dileniyorlar. Türk olduğu besbelli dilenciye yoklamak için “Mâ ismüke” (adın nedir), “E Arabiyyün ente” (Sen Arap mısın) diye sorunca insanın suratına pel pel baka kalıyorlar, bizim vatandaşımız oldukları ortaya çıkıyor, en nihayetinde yine ısrar ettikleri Arap muamelesiyle “Rabbuna yusai’dek” (Allah versin) diyerek ayrılıyoruz.
BAYRAKLI DİLENCİLER
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de dilenciler, özellikle Suriyeli dilenciler söz konusuydu. İstanbul’daki dilenciler Türk toplumunda ne kadar alışılıp kabul görse de Avrupalı gezgin ve seyyahların günlüklerine yazacak kadar dikkatine celbetmiştir. Osmanlı döneminde İstanbul’a gelen diplomat ve seyyahlar, dilencilerin kendilerinde kutsallık olduğunu ileri sürerek dini istismar ettiklerini yazarlar, Suriyeli dilencilere akıl vermek gibi olmasın ama eskiden de Arap dilenciler bayrak taşıyarak atalarının bu bayrak altında İslam dinini yaymaya çalıştıklarını ifade ederek İslam’a yardımı asla geri çevirmeyen Türkler’in bu duygusunu istismar ederlermiş.
Suriyeli dilencilerin, daha XVI. Yüzyılın sonlarından itibaren hatırı sayılır bir miktarda olduğunu arşiv belgelerindeki “Arab tayifesinden ve gayriden bazı kimesneler” şeklindeki ifadelerle ve Evliya Çelebi’nin bir tören esnasında geçişlerini anlattığı Seyahatnamesinden şöyle öğreniyoruz: “…bir alay cerrar, kerrar gariplerdir. Her biri yünden, sofdan hırkaları, ellerinde renk renk alemleri, başlarında hasırdan ve hurma lifinden destarları olduğu halde, Ya Fettah ismi şerifiyle cümle körler, birbirlerinin omuzlarına yapışıp, kimi anadan doğma, kimi sonradan olma topal, kimi kambur, kimi felçli, kimi çıplak, hengame ile nice bin bayrakların arasında cerrar şeyhini ortaya alıp, şeyh dahi dua edip yedi bin fukara bir ağızdan Allah Allah ile amin dediklerinde sadâları gökyüzüne ulaşır. Bu tertip üzerine dilencilerin şeyhi Alay Köşkü önünde durup padişaha dualar eder.”
Geçide katıldıklarına göre, dilencilerin esnaftan sayıldıklarını anlıyoruz. Hatta yine Evliya Çelebi, İstanbul’da eşcinsellerin padişahın huzurunda geçitlere katıldıkları, yanlarında kendilerini pazarlayanların da olduğunu, eşcinsellerin, pezevenklerin ve deyyusların bir arada yürüdüğünü yazar. Meraklısı ve Osmanlı döneminde eşcinselliğin olmadığını söyleyenler için; Cevdet Paşa’nın “Maruzat”ında da delikanlı meraklılarıyla ilgili bilgiler vardır.
İLK ADIM SULTAN ABDÜLHAMİD’DEN
Dilencilere dönecek olursak; tarihimizin ve kültürümüzün bir parçası olan bu grup, Osmanlı döneminde devlet tarafından da esnaf olarak kabul gördüğüne göre, çalışma koşulları da belirlenmişti. Devlet, muhtaç olanların dilencilik yapmasına “cerr kağıdı” ile izin verir, ruhsatlı dilenciler kıdemine göre deftere kaydedilirdi. Defterlerde dilencilerin sağlık durumları topal, bikes, sağlam, çolak, hastalıklı, mecnun gibi ifadelerle belirtilirdi. Fakat şimdikine benzer bir şekilde dilenciler madrabazların emrinde çalışması da yaygındı. Bu madrabazlar, kayıtsız dilencileri istedikleri gibi kullanıp akşam hasılatı toplarlardı. Dilencilerle ilgili arşiv belgeleri, Reşat Ekrem Koçu’nun “Dünden Bugüne Dilenciler”, Hulusi Kodaman’ın “Eski Dilenciler”, İbrahim Hakkı Konyalı’nın “Tarihte İstanbul Dilencileri” Mehmet Demirtaş’ın “Osmanlı Başkenti’nde Dilenciler ve Dilencilerin Toplum Hayatına Etkileri” gibi makalelerde yer alır.
Osmanlı Devleti’nde dilenciler kayıtlı, izinli, belgeli olarak devlet tarafından “esnaf” kabulüyle çalıştırılırken, dilencilikle mücadele yolundaki ilk adımı, Darülaceze’nin gerçek kurucusu olan Sultan II. Abdülhamid atmıştır. Sultan Abdülhamid, 30 Mart 1890 tarihli bir irade ile sokaklarda dilenen çocukları, kadınları ve erkekleri bu zilletten kurtarmak ve bakımlarını sağlamak için bir yer sağlanmasını istedi. Sultan Abdülhamid Darülaceze’nin temellerini bu düşüncelerle atmasına rağmen memlekette dilencilerin faaliyetlerine engel olunamadı. Öyle ki, arşiv belgelerinde mezarlık dilencilerinin kollarına renkli kolluklar taktıkları, kollarını uzatıp parayı aldıktan sonra farklı renkte kolluk takıp bir daha para istedikleri, hatta cerrar taifesinin mezarlıkta cenaze defni sırasında cenaze sahiplerine saldırarak hengameye yol açtıkları yazar.
Bunlardan başka Sebilciler temiz elbiselerle sebillerin önünde mesleklerini icra eder, Kasideciler camilerde kaside okuyarak cemaatin dini duygularını istismar ederler, Goygoycular sadece Muharrem ayında örgütlü bir şekilde çalışırlardı.
Bu karlı işe ilgi giderek artmış, İstanbul’a dilenci gönderen komisyoncular bile türemişti. Dilenciliği önlemek için belgesiz çalışanların bir de yanlarına refakatçi memur verilerek memleketine gönderilmesi yolu tercih edilse de bunlar bir süre sonra yine gelmekteydiler.
AVRUPA’DA MARÛNİ DİLENCİLER
Amerika’ya gitme hayali kuran Suriyeli dilencilerden kandırılıp paralarını simsarlara kaptıranlar da sefil durumda kalarak Osmanlı Devleti’ne sığınıyorlar, kimisi Avrupa ülkelerine geçerek buralarda dilencilik yapıyordu. 1889 yılında Amerika’ya gidemeyen Lübnanlı Marûnilerin sayısının bini geçtiği arşiv belgelerinde yazmaktadır.Amerika’ya ulaşabilen Marûni dilenci olursa da bu ülkedeki patronları tarafından daha gemileri limana yanaşmadan kontrol altına alınırlardı. Bunlara neden ülkelerini terk ettikleri sorulduğundaysa kendilerinin ve ailelerinin hayatlarının tehlikede olduğunu anlatıyorlardı. Marûniler, sıklıkla Suriye ve Lübnan’daki Müslümanların zulmünden kaçtıklarını, Müslümanların Marûnileri öldürdüklerini anlatıp, Amerikalılardan para topluyorlardı. Hatta bu yalan yanlış bilgiler yüzünden Osmanlı’nın itibarını zedeleyici bazı yayınlar yapılıyor, Marûniler’in bulunduğu köylerin yakılarak Katolik kadınların Türk haremine alındığı, erkeklerinse katledildiği yazılıyordu. İstanbul hükümeti ise bu dilenciler hakkında kapsamlı bir istihbarat çalışması yaparak bunların Avrupa ve Amerika’ya gitmesini sağlayan şebekeyi ortaya çıkarmıştı.
Nüfusu her zaman zenginlik kaynağı olarak gören Osmanlı Devleti ise Cebel-i Lübnan ahalisinden pek çok Maruni’nin Avrupa ve Amerika’ya hele de dilenci olarak göç etmemesi için çaba gösterse de pek önüne geçememişti. Tıpkı onca tedbire rağmen günümüzde olduğu gibi…