Tanıyanlar bilirler ki ben fazlasıyla Beyşehir sevdalısıyım. Bu sevdanın, Beyşehir’de dünyaya gelmiş ve 16 yaşına kadar olan hayatımın en güzel çağlarını Beyşehir’de geçirmiş olmakla mutlaka alakası var. Belki de bu sevgi nedeniyle bir akademisyen olarak, doktora tezim başta olmak üzere pek çok konuda Beyşehir’le ilgili çalışmalar ürettim, üretmeye de devam ediyorum. Beyşehir benim için ekmek gibi, hava gibi, su gibi bir şey. 20 yıldan fazladır Konya’da yaşamama rağmen, her fırsatta Beyşehir’e gitmek benim için vazgeçilmez bir hal aldı. Elbette ki baba evimin orada bulunması ve anacağızıma duyduğum hasret de bu işin cabası. Ama ne olursa olsun, bütün bu gerekçeler olmasaydı da sanırım yine de Beyşehir aşığı olurdum.
En az Beyşehir kadar sevdiğim bir şehir daha var: Seydişehir. Aslında sevmekten ziyade kendimi zaman zaman oraya ait hissettiğim bir şehir. İki kentin aynı dönemlerde kurulması ve buraların Eşrefli topraklar olmasının bu sevgide muhakkak ayrı bir yeri vardır. Belki de bu sadece bende tezahür eden bir duygu değildir. Taa Eşrefoğlu döneminde Mübariziddin Mehmed Bey ile Seyyid Harun Veli Hazretleri’nin birbirlerine duyduğu muhabbetin yansıması olarak, bu pek çok Beyşehirli ve Seydişehirli kardeşlerimizin de hissettiği bir duygu olmalı. Yakın zamanlara kadar Beyşehir’den pek çok kişi ekmeğini Seydişehir’den kazanıyor, Seydişehirli kardeşlerimizin muhteşem leblebilerinin kaynağı olan nohutlar Beyşehir’in suyundan sulanıyordu. Yani kim ne derse desin, iki şehrin kardeşliğini kim bozmak isterse istesin ara kedilerinin bu muhabbeti bozacağına ihtimal dahi vermiyorum. İki muhteşem tarihî ve mübarek şahsiyetin birbirlerinin şehrine isim verdiği hatırlanacak olursa, günümüzde iki şehrin ve insanlarının arasına fitne sokmaya çalışanların alacakları beddualar çok olsa gerek. Şu haliyle ben de Mübarizidin Mehmed’in torunlarından biri olarak Seyyid soylu kardeşlerime beslediğim muhabbetin sebebini ötelerden biliyorum.
İşte bu muhabbetin temelinde yatan sırrın bu olduğundan hareketle sevgili kardeşim Fatih Babaoğlu ile Eşrefoğlu dönemini ele aldığımız 3 ciltlik, Beğ, Sultan ve Seyyid romanlarını bu iki şehre armağan ettik. Bu romanların ortaya çıkışında hiç şüphesiz pek çok kişinin katkısı ve teşviki oldu. Bunlar arasında Fatih Küçük, Ömer Dinçsoy, Ali Öz gibi kardeşlerim ile Seydişehir’in eski ve yeni Kaymakamları Tuncay Sonel ve Regaip Ahmet Özyiğit’e ilave olarak bir ismi daha zikretmeden geçemeyeceğim. Mesaimizin ancak birkaç yıla dayandığı sevgili Seydişehir İlçe Milli Eğitim Müdürü Tahir Kibar’dan bahsediyorum. Ona karşı duyduğum muhabbet, onu tanımadan çok daha evvel Kibar Restorant’da yediğim muhteşem etliekmeklere dayanmıyor. Allah biliyor ki, ona duyduğumuz bu muhabbette bizlere karşı bir gösterdiği ilgi ve alakanın etkisi, onun ilçe Milli Eğitim Müdürü olarak son dönemlerde çizdiği portreye duyduğum hayranlığın çeyreği bile etmez. Halk Eğitim Müdürü olarak görev yaptığı dönemdeki gayreti ve fedakârlığını hangi enerjiyle ikiye katladığını kavramakta zaman zaman zorluk çekiyorum. Belki de sosyal medyada takip etmekte zorlanışım, artık kıskançlık duygularımı da mağlup etti ve yerini takdire bıraktı. İsmiyle müsemma Tahir Bey, her an öğrenciler arasında ve onların dertleriyle hemhal olması nedeniyle, beni öğretmenlik günlerime götürüp buruk bir sevince gark etse de, hayal edip yapamadığımız şeylerin bir şekilde sevdalı olduğum şehirde onun vesilesiyle gerçekleştirilmesi ayrı bir sevinç kaynağımız oluyor. Hemen hemen her gün ziyaret etmedik okul, binmedik servis bırakmayan Tahir hocamızı zikrederken, nazar etmemek gayesiyle, Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil dizeleriyle sükut ederek, sevdamızın özelde Seydişehir ve Beyşehir genelde ise her vatan evladı gibi daima Türkiye olduğunun altını çizerek selamlıyorum. Biz biliriz ki Tahir (Pak Temiz) olmak kolay değildir, Tahir olabilir ve Tahir kalabilirsek, işte o zaman öğrencilerimizin de Zühre’si (Çoban Yıldızı) oluruz.
Allah hizmetini daim ve bereketli kılsın.