Tanım

Akif Kuruçay

Ebheri’nin mantığa dair kaleme aldığı İsaguci’sinin ilk sayfasında insanı tanımlayan şöyle bir cümle vardır: “İnsan, konuşan bir varlıktır.” Semerkantlı Ebheri, kitabını 13. yüzyılda yazmıştı.  Günümüz için, sanırım, daha spesifik bir tanım gerekiyor. Zira konuşma yeteneğine sahip olmak, insan olmanın tanımını tam anlamıyla karşılayamıyor.

Bir mantık dizgesi içerisinde iletişim kurabilen biricik varlık olan insanın, meseleleri ele alırken kullandığı iki süzgeç olduğunu kabul etmekle işe başlayalım. İşte bu süzgeçlerden delikleri küçük olanı vicdan, iri olanı ise akıldır. Biliyoruz ki aklımıza yattığı hâlde göze alamadığımız işler, eylemler vardır. Bize engel olan, hissî bir fren devreye girer ve bizi alıkor. İlk atakta devreye giren bu bariyer genelde bizim için “doğru” olanı ifade eder. Ama akıl, altta kalmaz asla. Kanunları, yönetmelikleri su gibi hıfzetmiş, iş bitirici tipler gibidir. Makul gösterdiğini, size bir şekilde kabul ettirmeyi başarır.  

Aklın rasyonalize ettiklerini, dar ağızlı imbiğinden süzüp geçirmek suretiyle insanlık şerefimize uygun bir şekilde temyiz eden yahut tümüyle reddeden ince ayar aygıtına vicdan diyoruz. Ahlakın hayat bulduğu, soluklandığı yerdir vicdan. Bizzat Tanrı’nın nefesidir. Kutsal kitabımızda zikredildiği gibi, insanı yarattığında, onu “düzeltip” en güzel biçime soktu. Ona ruhundan üfledi. İlahî nefha, pür vicdandır. Bu nedenle işte, asla yanıltılamaz.

Doğruyu yanlıştan, eğriyi düzgünden, akı karadan, iyiyi kötüden, hakkı batıldan, hasılı güzeli çirkinden ayıran; farkları ortaya çıkaran furkandır vicdan. O hâlde Tanrı’nın “düzeltip biçim verdiği” insan için bir iç tanım şöyle olmalı: İnsan, ancak ilahi olanı şeytani olandan ayırmak adına konuşan bir varlıktır.

Şu ayırt etme meselesi! Bence film burada kopuyor. Sonucunu kestiremediğimiz hayati bir konuda karar vermemiz gerektiğinde irademizi harekete geçiren saik nedir? Hiçbir vesvese ve kuruntunun sızamadığı, kuşatamadığı vicdan mı yoksa kapıdan kovulsa bacadan girmeyi beceren akıl mı?

Bu soruyu kendime sorunca paralize olup hareket edemez hâle geliyorum. Çünkü iyiye kötü demenin, hakkı batılın yerine koymanın, eğriyi doğru görmenin türlü çeşit bahanesini uydurmuşken yakalıyorum kendimi. Kendimi; başkalarını, şartları suçlarken buluyorum. Oysa sorumluluğumun ne olduğunu biliyorum bal gibi.

Vicdan doğruları söyleyen dostlar gibi, görmek istemediğimiz, buluşmak istemediğimiz, gözümüzü kaçırdığımız o gerçek dostlar gibi...

Schopenhauer’un şu sözü, artık telefonlarına dönemediğimiz dostlar kadar gerçek ve acı: “Biz insanlar kendini aldatan varlıklarız. Başkalarının gözünde iyi görünmeyi isteriz- sıradan bir insan başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüyle ilgilendiğinin yarısı kadar kendisinin ne olduğuyla ilgilenmez. Bu dünyadaki birçok karışıklığın ve çoğu perişanlığın nedenidir bu.” 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,çok uzun ve ilgili içerikle alakasız,
Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.