İnsanlık tarihi, güç ve ihtirasla örülü bir hikaye kitabı gibi. Krallar, imparatorlar, diktatörler... Her biri birer tanrıcık gibi tahtlarına kurulmuş, halkları üzerinde sonsuz bir otoriteyle hükmetmiş. Ancak bu tanrıcıkların ortak bir yanı var: Bitmek bilmeyen hırsları. Gücün zehri, akıl almaz ihtiraslarla birleştiğinde, tarihin sayfaları savaşlar, yıkımlar ve trajedilerle dolup taşıyor.
Hırs, bir noktaya kadar anlaşılabilir bir dürtüdür. Daha iyisini istemek, daha büyük hedeflere ulaşmak insan doğasının bir parçasıdır. Ancak, bu dürtü kontrolsüz kaldığında, bir insanı ya da bir toplumu yıkıma sürükleyen en büyük tehlikeye dönüşür. Tarihte tanrıcıkların hırsıyla başlayan her hikaye, sonunda halkların gözyaşıyla sonlanmıştır.
Büyük İskender’in dünyayı fethetme arzusu, nihayetinde kendi askerlerinin tükenişiyle son buldu. Napolyon’un Avrupa’yı avucunun içine alma isteği, onun sürgünle geçen son yıllarına zemin hazırladı. Modern çağda, ekonomik ve siyasi gücü tekeline almak isteyen liderler, ülkelerini iç karışıklıklara ya da savaşlara sürükledi.
Peki, bu hikayelerden ders aldık mı? Ne yazık ki hayır. Günümüzde de tanrıcıklar, daha fazla güç, daha fazla zenginlik ve daha fazla kontrol uğruna hareket etmeye devam ediyor. Hırslarının kurbanı olan sadece kendileri değil; doğal kaynaklarımız, ekosistemimiz, hatta geleceğimiz bu kontrolsüz ihtirasın bedelini ödüyor.
Oysa tarihin bize öğrettiği basit bir gerçek var: Gücün hırsla birleştiği her yerde bir yıkım kaçınılmazdır. Tanrıcıkların tahtları yükselirken, insanlık genellikle yere serilir. Gücün yalnızca bir araç olduğunu, asıl hedefin insanlığa hizmet etmek olduğunu unuttuğumuz sürece bu döngüden kurtulmamız mümkün değil.
Belki de ihtiyacımız olan, bu tanrıcıkların hırslarına dur diyebilecek bir bilinç uyanışı. Gücü paylaşmayı, doğaya saygı duymayı, halkın sesini dinlemeyi öğrenmek zorundayız. Çünkü güç, paylaşılmadığında bir yük; hırs, dizginlenmediğinde bir yıkım aracıdır.
Sonuçta, tanrıcıkların ihtirası her zaman onların sonunu getirir. Ama esas soru şu: Bu yolda feda edilenlerin hesabını kim verecek? İşte bu, insanlığın vicdanında hala cevaplanmamış bir sorudur.