Geçen bölümde dünyanın en büyük petrol rezervi üzerinde bulunan ve aslında mevcut haliyle tarım cenneti olabilecek Venezuela’nın nasıl bu hale geldiği yazmaya başlamıştım. 20 yıl evvel kendine yeten ve hatta gıda ihraç eden bu ülkede Chavez'in 2001'de, "Toprak kimsenin malı olamaz, toprak ülkenin malıdır" anlayışıyla başlattığı toprak reformu ile üst üste yanlışlarla kriz başlamıştı. Chavez'e göre büyük çiftlik sahipleri, arazileri illegal olarak mülkiyetlerinde tutmakta bu haliyle kapitalizmin sözcülüğünü yapmaktalar. Bu nedenle işletmeler 'özelleştirilerek halkının malı haline getirilmeliydi'. Böylece başlayan özelleştirme furyası tedarikçiler, üretici, aracı, dağıtıcı ve marketçilere kadar gitti. Bu kısa özetten sonra çeçen yazıdan sonra olanlara devam edelim.
Chavez rejiminin bu soruna çözümü bulması da gecikmedi, Devlet fabrikalar ve üretim tesislerinin birçoğunu kamulaştırdı veya sıfırdan kendi firmalarını kurdu. Örneğin, Venezuela'da tohum, ilaç, gübre gibi tarımsal üretim malzemeleri satan ve 1955'de İspanyol göçmenlerde kurulan Agroisleña firmasına 2010'da el konuldu. Chavez, el konulan birçok şirketin yerine üreticiyi tekelden kurtaracağı iddia edilen Agropatria adlı devlet şirketi kuruldu. Agropatria sadece 5 yıl sonra tarımsal üretim sektörünün yüzde 95'inin tek sahibi oldu. Ülkenin bütün çiftçiler ve üreticiler bu hantal yapının insafına kaldı. Çok geçmeden üretimde beslemesiz kalan Agropatria marketlerinin rafları boşaldı.
Bununla kalınmadı. Mısır unu üreten 27 fabrikadan 18'i kamulaştırıldı. Devlet malı haline gelen bu fabrikaların tamamı ya durmuş durumda veya çok düşük üretimle çalışabiliyor. 2005 yılından beri devletleştirilen bütün şeker fabrikaları, en fazla 10 yıl içinde birer enkaza dönüştü. 2009 yılında ülkenin bütün özel pirinç üreticilerine el konuldu. Chavez, "biz zenginleri değil yoksulları koruyoruz" diyerek açıkladı kararını. Nihayet üretimin bütün aşamalarında işlevsiz bir yapı oluştu. Üretim zinciri karşısında devletin rakibi kalmayınca, üretim zincirinin parçaları da 'artık kendilerini piyasaya ispatlama' zorunda kalmaktan kurtuldu. Kendilerini partiye ve devlete ispatlamaları yeterdi.
Dünyada suiistimale en açık sistemler, devletin sadece kendisine hesap verdiği kapalı sistemlerdir. Bağımsız hukukun olmadığı, medya sorgusundan yoksun bütün otoriter rejimlerin özünde yolsuzluk batağı olmasının nedeni budur. Chavez, daha 2000'lerin başında bağımsız yargıyı, denetim mekanizmalarını, anayasal düzeni fiilen ortadan kaldırmış, yerine de, hemen her konuda 'yukarıdan talimat bekleyen' mafyatik-partizan bir kurumsal düzen kurmuştu. Tabii ki bağımsız yargı ve denetimin olmadığı bir ortamda sadece Chavez değil, devlet içinde ona sadık bütün bir hiyerarşik yapı da keyfi davranabilme iklimine kavuşmuştu. Yolsuzluk Venezuela tarihinde görülmemiş ölçüde kurumsallaşıp sistemleşti.
El konularak kamulaştırılan tarım alanlarına, fabrikalara atanan ve çoğu subay olan kayyumlar kontrolsüz şekilde çalmaya başladı. Kamulaştırma planı o kadar geniş bir alana yayıldı ki, devletin artık çok küçük hale gelmiş denetim mekanizmasının bütün bu işleyişi denetlemesi imkânsızdı. Öyle ki, aynı resmi görevliler, bu durumun avantajlarını da sonuna kadar kullandı. Devletin aşırı sübvansiyonu ve fiyat kontrolü nedeniyle oldukça ucuza elde edilen gıda maddeleri, sınırdan kaçak çıkarılarak Kolombiya ve Brezilya'da gerçek fiyatlarına satılmaya başlandı. Bunu engellemek için karne uygulaması getirildi. Bu da kayırma tartışmaları ve kuyrukları doğurdu.
Hayvan üreticileri, besleme maliyetleri ve güvenlik riskleri nedeniyle yeni hayvan yetiştirmemeye başladı. Silahlı çeteler veya aç köyler, hayvan üreticilerinin ahırlarını basarak hayvanları çalmaya başladı. Venezuela'nın sığır sayısı, sadece son 4 yılda 5 milyon azalarak 8 milyona geriledi.
Venezuela Tarım Üreticileri Dernekleri Federasyonu başkanı Hopkins, 2019 da yaptığı açıklamada, ülkede tarımsal ve gıda üretiminin, ülke tüketiminin en fazla yüzde 17'sini karşılar hale gerilediğini belirterek "Sosyalizm, Norveç'te Finlandiya'da olan şey. Venezuela'dakinin adı diktatörlük" eleştirisinde bulunacaktı. 2017 de Washington Post'a konuşan bir tarım uzmanı, "Devlet bugün artık, üretici, işleyici, dağıtıcı ve satıcı. Yani bütün gıda üretim zinciri kısır ve verimsiz tarım bürokrasisinin eline düşmüş durumda" şeklinde konuşacaktı.
Venezuela'da gıda kıtlığı, Nicolas Maduro döneminde aniden ortaya çıkan bir durum değil. Örneğin, Venezuela Ulusal Tarım ve Hayvancılık Konfederasyonu verilerine göre, 2007 ile 2011 arasında tarımsal üretim çok keskin bir düşüşe sahne oldu. Venezuela beslenme kültüründe 'buğday'dan çok daha temel bir besin kaynağı olan mısırın üretimi o dört yılda yüzde 40.3 azaldı. Pirinç üretimi yüzde 38.9, şeker yüzde 33.6, kahve yüzde 46.5, patates yüzde 63.5, domates yüzde 31, soğan yüzde 24.6 oranında düştü. Et üretimi ise Chavez'in iktidara geldiği 1999 ile 2013 arasında yüzde 75 oranında geriledi. 2018'e gelindiğinde ise pirinç, mısır ve kahve üretiminde düşüş oranı yüzde 60'lara ulaşacaktı.
Peki Venezuela'nın gıda ve tarım üretiminde muazzam gerileme daha Chavez döneminde başladıysa neden Maduro döneminde görünür hale geldi bu sorun?
Ülkede kıtlık ve açlığın oluşum süreci ile ham petrol fiyatının kesiştiği nokta burası. 2000'li yıllarda ham petrol fiyatlarının olağanüstü yükselmesi, ülkeye hem petrol geliri hem de kolay borçlanma olanağı ile on milyarlarca dolar sıcak para girişine neden oldu. Venezuela rejimi, ülke içinde 2003'lerden itibaren baş göstermeye başlayan gıda ve tarımsal ürün kıtlığını, ithalat ile kolayca ikame etmeye başladı. 2004 yılında kişi başı gıda ithalatı yıllık 78 dolardı. 2012'ye gelindiğinde bu rakam 312 dolara yükselmişti. Bu muazzam ithalat artışı yüzünden halk, ülkece aslında nasıl bir açlığa doğru sürüklendiğini yıllarca fark etmedi bile.
Ta ki 2014'te ham petrol fiyatları çökünceye kadar. Ülkenin petrol gelirinde keskin düşüş yaşanıncaya kadar... Venezuela kolayca borçlanamaz hale geldi. Zaten ödemesi gelmiş dağ gibi bir borç yükü de oluşmuştu. Artık devlet, halkın tüketimine yetecek kadar gıda ve tarımsal ürün ithal edemiyor. Sadece 2013-2017 arasında ithalat yüzde 73 oranında azaldı. Bir diş macunu tüpü, bir tane yumurta, bir rulo tuvalet kağıdı gibi günlük basit tüketim malzemeleri bile, çok lüks tüketim ürünlerine dönüştü.
Son yıllarda ülke hemen her gün, 2000'lerin başında müstakbel akıbet olarak anlatılsa kimsenin inanamayacağı yeni bir trajikomik gelişmeye sahne oluyor. Örneğin, Mart 2017'de Venezuela devleti ve fırıncılar karşı karşıya geldi. Maduro'nun resmi açıklamasında 'ekmek savaşı' adını verdiği 'Plan 700' operasyonu ile Caracas'taki yüzlerce fırına baskın yapıldı.
Devletin indirimli fiyattan sattığı un ile ekmek yerine pasta yaptıkları belirlenen dört fırıncı tutuklanacaktı. Bu dört fırın, 'mahalle komitesi' denen ve yerel parti teşkilatı gibi çalışan halk komitelerinin yönetimine verildi. Sosyoekonomik Hakları Koruma Ulusal Komiseri yaptığı açıklamada, fırıncıları, "Venezuela'ya ekonomik savaş açan dış güçlerin işbirlikçileri" olarak niteleyecekti. Yasalara göre fırıncılar, devletin ithal ettiği unla (ki, piyasadaki unun yüzde 90'ı) sadece Fransız ekmeği ve dilimli ekmek üretebilirdi. Bu unla pasta yapmak karşı devrimci bir eylemdi.
2000'lerin ortasında yüzde 20'lere yükselen enflasyon, 2010'larda kontrolden çıktı. Paranın hiçbir değeri kalmamasıyla insanlar en temel gıda ihtiyaçlarını bile satın alamaz hale geldi.
Bu ağır bunalıma çare olarak da 2016'da Tedarik ve Üretim Mahalli Komiteleri (CLAP) denen organizasyon kuruldu ve bunlar, içinde bazı temel gıdaların olduğu gıda paketleri, belirlenmiş düşük bir fiyat karşılığı halka dağıtılmaya başlandı. Ancak CLAP gıda yardım paketleri de rejime güçlü destek veren yerleşim alanlarında dağıtılarak, halkın rejime bağlılığını sürdürmesinin bir aracı olarak kullanılıyor. Nitekim, Venezuela devlet başkan yardımcısı da 2016'da, CLAP gıda yardımı paketlerini, "Devrimi korumanın politik araçlarından biri" olarak niteleyerek bunu açıkça sergileyecekti. Eyalet valilileri, muhaliflerin bu sosyal programdan yararlanmasına izin vermedi.
Venezuela'nın mümbit topraklarında son 20 yıldır üretimi artan tek şey yolsuzluk oldu. Maduro yönetimi ve onun kontrolündeki Venezuela medyası ise, açlığın ve gıda kıtlığının Amerikan ambargosunun sonucu olduğunu, Venezuela'ya karşı emperyalistlerin ekonomik savaş açtığını iddia etmeye devam ediyor. Parti içi raporlarda ise biraz dikkatli bir dille de olsa, yolsuzluk, verimsizlik, hantallık eleştirileri yapılıyor.
Gerçekte ise Venezuela'ya dönük ilk Amerikan ambargosu, ekonominin zaten raydan çoktan çıktığı 2015 yılında, o da, protestoculara orantısız güç kullanan birkaç güvenlik yetkilisine dönük geldi. Sonraki yıllarda gelen ambargolar da yine belirli üst düzey isimlere dönük kişisel ambargolardı veya Amerikan vatandaşlarına dönük kısıtlı tahvil alım ambargolarıydı. ABD'nin ülkenin petrol satışına veya Venezuela ekonomisinin toparlanmasına olumsuz etkisi olabilecek ambargoları ise 2018'den sonra gelmeye başladı. Yani Amerikan yaptırımlarının hiçbirinin ekonomik krizin de gıda kıtlığının da nedeni olması teknik olarak mümkün değil.
2000'lerin başında, rejimin "21'nci Yüzyıl Sozyalizmi" adı altında art arda attığı adımların çok dramatik sonuçları olacağı uyarıları yapıldığında Hugo Chavez bütün o aşırı özgüvenli edasıyla, "Venezuela, Küba değil. Burada asla açlık olmaz" diye yanıt verecekti.
Bütün üretimi devletleştirmek; tüccarları, tarım üreticilerini, çiftçileri hukuksal güvenceden mahrum bırakmak; emeklerinin karşılığını, tek marifeti rejime itaat olan yolsuz devlet yetkililerinin insafına bırakmak; dünyanın her yerinde hep aynı sonucu doğurmuştur, aynı sonucu doğurmaktadır, aynı sonucu doğuracaktır. Bunun istisnası lider de, bunun istisnası devrim de, bunun istisnası olabilecek ülke de yok.
Dünyanın en bereketli topraklarından birinin üzerinde devlet-millet işbirliğiyle yaratılan trajik açlık da bu gerçeğin en canlı hatırlatıcısı.