Siyaseti ve sosyal hayatı birlikte konuşmanın elzem olduğuna inanmışımdır hep.
Siyasetin üstünlüğünü tanıyarak gerçekleşmelidir üstelik bu konuşma.
Sosyal hayatta yaşadığımız değişimlerin en öncelikli amili siyasettir bu noktada.
1990’lı yılları düşünün.
Bu yıllardaki Konya’yı…
O Konya’dan şimdi bir eser bulmak mümkün değil, sebebi gayet açık.
Siyasal anlamda dünyaya bakışımız tümüyle değişmiştir.
Dünyaya bakışımız, yani dünya hakkındaki düşüncelerimiz ve bu düşünceler muvacehesinde geliştirdiğimiz siyasetler…
Siyaseti sadece ve sadece “idare etme sanatı” olarak görenlerin, bu görüşler düşüncelerini idare edenlerin asla kavrayamayacakları bir şeydir siyasetin varoluşumuza değgin yanları.
Muhalif olursunuz, muvafık olursunuz; ama mutlaka bir veçheniz olur.
Veçhesiz kalmaktır belki de en kötüsü bu hayatta.
Veçhe, yani yüz!
Bir yüzü olmayanın söyleyeceği şeylerin de “yüzsüz” ithamına maruz kalması çok normaldir.
***
Baro seçimleri öncesi ifade edilenlerle seçimlerin hemen akabinde peşisıra yapılan açıklamaları karşılaştırın sözgelimi.
Diyeceğiniz şey gayet açıktır: Oportünizm!
Oportünist olmayı kabullenmiş bir kişi sizi sevse ne olur, sevmese ne olur?
Bunu umursar mısınız?
Beni soruyorsanız ben umursamam!
Çünkü ben hakikate sahip değilim, lakin hakikate aitim.
Hakikate intisap etmişim.
Gerisi de fasarya bu anlamda…
Hukuktan bahsediyorlar ağızları doldura doldura, fakat bu hukuku çiğneyenlerin başında gelenler onlar.
Daha ne diyeyim, bu kadarını bile anlamaktan acizler…
***
A kişisini idare edebilirsiniz, B kişisini idare edebilirsiniz, kendinizi idare edebilirsiniz, bir topluluğu idare edebilirsiniz, bir kavmi, bir güruhu istediğiniz şekilde yönlendirebilirsiniz; lakin hakikati idare edemezsiniz, hakikat kişiliklidir çünkü.
Ve sizin bizzat bütün tarafları aynı anda idare etme isteminiz bu kişilikliliğe dokunur.
Herkesi ve her şeyi idare etmeye olan muhteris temayülünüzün kaçırdığı noktaların üstünü öretn kamuflaj, bu kişiliklilik karşısında patlar.
Artık bir şey idare edemediğiniz ortaya çıkar.
Maskeler iner, yüzler görünür.
***
Şehre dönelim, şu taş ile toprağ arasındaki oluş halimize yani…
Nuri Pakdil’in Put Yapımevleri adlı deneysel çalışmasını ilk okuduğumda 16-17 yaşlarında bir gençtim.
Taştan, betondan çok toprağa yakındım.
Şehrim, şehrimiz Konya da taştan çok toprağa yakındı…
Uluırmak’ta, Mengene’de, Çaybaşı’nda, şimdilerde II. Nalçacı olarak, Kerkük caddesi olarak bildiğimiz yerlerde bahçeler, bağlar hâlâ ayaktaydı.
Tek katlı, toprağa yakın evler…
Kendi tabiatımıza yakın evler…
Bir kişiliği olduğunu düşündüğüm bir şehirdi Konya…
Şimdilerde çokça yıpranmış da olsa, hâlâ o kişiliğe sahip elbette.
Epritilmiş, yıpratılmış o kişiliğin yeniden imarından bahsediyorlar.
Kimler?
Belediye başkanları!
Nasıl?
Kat kat göğe doğru yükselen ucubelerle…
Bu ucubelerin kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu bay ve bayındır kılması mümkün mü?
Kerpiç ile taşın mükemmel uyumundan inşa edilmiş evlerde yetişen kalp ve gönüllerin başkanların bahsettiği bu sözümona “imar” hamlelerini anlamamasına kızmasınlar lütfen, ama hakikat bu!
***
Bağlayalım:
Siyaset, sosyal hayat, hukuk…
Hangi alanda konuşmaya başlarsanız başlayın, umursanacak, kaale alınacak sözler söylemeyi meziyet edinin!