Genç öykücü Recep Kayalı’nın ilk öykü kitabı ‘ Taşın Dediği’, mitlerden ve modern kurgu tekniklerinden de yararlanılan, merak unsurunun canlı tutulduğu nitelikli öykülerden oluşuyor
Recep Kayalı, genç bir öykücü, 27 yaşında, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu, babası matbaa işçisi. Bazı öykülerinde bu özelliklerin izlerini kolayca görüyoruz. Bugünkü yazımızın asıl konusu olan ve Bilge Kültür Sanat Yayıncılık etiketiyle arz-ı endam eden ‘Taşın Dediği’ Kayalı’nın ilk öykü kitabı. Kitabı çıkmadan önce de öyküleri önemli dergilerde yayınlanan, fanzin çıkaran, edebiyatla hemhal olan bir isimle karşı karşıyayız.
‘ Taşın Dediği’ndeki öyküler ‘ Kurt Dişinden Kurulan Hikayeler’ ve ‘ Solucan Koşusu’ başlıkları altında iki bölümde toplanmış. Neden ‘hikaye’ adlandırmasına gidildiğini anlatıcıdan, anlatım şeklinden kaynaklandığını tahmin etmişsinizdir. İlk bölümde dokuz, ikinci bölümde sekiz, toplamda 17 öykü yer alıyor kitapta. İki bölüme ayrılan öyküler, farklı tarzlarda kaleme alınmış. İlk bölümde, efsanelerden, mitlerden bolca yararlanılan, başta büyülü gerçekçilik olmak üzere modern kurgu tekniklerinin başarıyla kullanıldığı hikayeler dikkat çekerken, ikinci bölümde mizahi ögelerin ve ironinin daha ağır bastığı, kenti, modern yaşamı ele alan öyküler karşılıyor bizi. İlk bölümdeki hikayelerde mitlerin devrede oluşu günümüz bazı öykücülerinde olduğu gibi başlı başına fütüristik ,ayakları yere basmayan bir tarzda değil, günlük yaşamın başarıyla harmanlanmasıyla oluşturulduğunu ekleyelim bu arada. Bu tutum; günümüz öykü kitaplarında görülen aynı üslup ve tarzdaki tek tip öykü atmosferinden farklı olmasıyla farklılık yaratıyor, ki bu gerçekten takdire şayan bir yol. Rahatlıkla iki kitaba ayrılabilecek öykülerin, tek kitapta okuyucuya sunulması okuyucu için adeta tek taşta iki kuş vurmaya benzer şekilde ayrı bir renklilik, kazanç oluyor.
Recep Kayalı konu bulmakta da sıkıntı çekmeyen, en basit ya da bilinen konuların dahi başarılı bir kurgu ve tasvir birlikteliğiyle öyküye çevrilebileceğini ispatlayan bir yazar olduğunu ortaya koyuyor ‘Taşın Dediği’ ile. Başlıktan başlayarak daha ilk cümlesiyle okuyucuyu merakta bırakan, sarıp sarmalayan; etkili tasvir, söz sanatları ve kurgu teknikleriyle tesirini an be an okuyucuya hissettiren öykülerde hüzün, düş kırıklıkları, baba, şifacılar, aşk gibi geniş bir konu yelpazesi bekliyor okuyucuyu.
‘Kurt Dişinden Kurulan Hikayeler’ başlığı altında toplanan hikayelerin ilki olan ‘ Ulu-ma’da, doğunun ücra kasabalarından birine atanan bir öğretmenin yaşadıkları ve duyguları konu ediliyor. Uğraşılacak pek bir şey sunmayan, karla yolları kapanınca dış çevreyle irtibatı kesilen, asık suratlı ve soğuk insanlardan müteşekkil kasaba ve kasabada geçen günler; ‘ Zaman söylentisi ile bütün köylüyü korkutmaya yetecek bir kurt sürüsü ağırlığında yürüyor içimde.’ (…)‘ Kar ölülerinin üst üste yığılarak bizleri bu küçücük kasabaya hapsetmeye yakın sert ve asık suratlar müzesi içine kurulmuş bir kasaba. İnsanlar kar gibi sessiz. Öfkeleri hep canlı ama. Böcekler gibi kımıl kımıl bir nefret var hepsinin gözlerinde. İmkan olsa her birinin gözbebekleri, hamam böcekleri gibi mutfağınızdan, banyonuzdan, salonunuzun köşelerinden çıkıp üzerinize yürür.’ gibi etkileyici tasvirlerle anlatılır.
Hemen hemen tüm öykülerde yerini alan bu tasvirlerden neden bolca alıntı yaptığıma gelince. Önemli bir öykü dergisinin Temmuz-Ağustos 2019 tarihli son sayısında ‘ Taşın Dediği’ ile ilgili kısa tanıtım yazısı yayınlandı. Buradan bir cümle aktarmak istiyorum müsaadenizle; ‘Akışın yavaş olduğu öykülerdeki uzun betimlemeler okuyucunun heyecanını azaltarak öykü başlıklarındaki yalınlığın iddiasını gölgeliyor.’ Tam tersine heyecanın kesilmediği, merakımızı diri tutan öykülerde vücut bulan betimlemelerdeki şiirsel dil ve manifestovari nitelemeler okuyucuyu adeta can evinden vuruyor, öyküyle daha bir bütünleşilmesini sağlıyor. Kitabı alıp okuyanlar bu durumu bizatihi yaşayacaklardır.
Hikayelerde toplumsal mesajlar da ihmal edilmiyor. Örneğin, yine ilk hikaye olan ‘Ulu-ma’da, yaşadığı kasabanın kurtuluş günü ile alakalı bir program görevi verilen öğretmenin ‘en büyük başarımız işgalden kurtulmuş olmak’ gibi iç konuşmalarla düşüncelerini dile getiriyor.
İlk bölümün İkinci hikayesi ‘Çift Badeli Aşık’; halk aşıklarını ve Anadolu insanının kültüre ve kültür adamlarına ne derece büyük önem verdiğini şiirlerle destekleyerek anlatan bir hikaye. Babası ve dedesi de tanınmış bir aşık olan kahramanın, önce gözden düşmesi, sonra tekrar ummadığı bir iltifata mazhar olması, her şey yolunda giderken finaldeki şaşırtıcı olayla ummadığı bir yara alması anlatılır.
Kitaba da ismini veren ‘ Taşın Dediği’ adlı hikaye diğer pek çok hikaye gibi tesirli bir giriş cümlesiyle başlıyor; ‘ Tüm gece inledi babam. Taşa dönüyordu çünkü.’ Hikayede gerçekten de taşa dönüşen bir baba anlatılmaktadır. Taşa dönüşme mitinden yararlanılan ‘Taşın Dediği’nde, asker olan babanın annesine duyduğu aşkı, ‘ vatanı koruması gereken adam kendini aşktan koruyamıyor tabii’ gibi tesirli tasvirlerle anlattığı detaylarla zenginlik kazanıyor. Başlığın çağrışımlarına kafa yorduğumuz zaman başlık seçiminin de isabetli oluşuna şahitlik ederiz, şöyle ki; taş serttir, dış etkenlerden pek etkilenmez, bir haliyle de umursamaz, soğukkanlıdır. Bu vasıflarıyla dik, keskin bir hüviyet kazanır. Hikayede anlatılan baba da böyle bir babadır.
‘Karım başkasına aşık oldu’ cümlesiyle başlayan ‘ Fesleğenler ve Karantina’ tüm çağların ebedi konusu sadakat, aile, sevgi gibi konuları psikoloji bilimi desteğinde ele alıyor.
Recep Kayalı’nın bir başka özelliği hikayelerinde boşluk bırakmaması. Bazı öykücülerin yaptığı gibi finali muallakta bırakmıyor, vakaların gelişimini aşama aşama öykülerin sonuna ekliyor.
İkinci bölümdeki öyküler, bölümün başlığı gibi aheste bir şekilde ilerleyen, sohbet havasında, olaydan çok duygu ve düşüncelerin ön planda olduğu metinler. Evladını kaybeden babalar, hemcinslerine ilgi duyan erkekler, işsiz bir gencin iş bulup çalışma çatışmaları, spor gibi hayata dair konular bu öykülerde toplanıyor, yazarın hayatıyla bağlantılar, mizah da önemli bir yer tutuyor. Yine kitaptan, ‘Gül Masalı’ adlı öyküden bir örnek verelim; ‘ Başım ağrıdı yemin ediyorum. (…) Böğüren adamlar duyuyorum. Böğürmek. Yüksek sesle kahkaha atan, kendi aralarında küfürleşerek konuşan iri kıyım abiler yapıyor bunu. Mevki bildiriyorum. Evimin arkasındaki oto yıkamacıdan geliyor sesler. Normalde pencereye çıkıp ‘ N’oluyor lan orada! İnsan uyuyor burada kardeşim ayıptır. Getirtmeyin beni oraya!’ falan derdim ama şimdi adamlar iri yarı. Hani pencereyi açıp bunları söylesem karşılığında adamlar bana ‘Gel ulan,’ dese ne yapacağımı bilmiyorum. Aslında merdaneyi kapsam aşağıya insem girerim aralarına. Sırtımı da duvara rastlarım. Allah ne verdiyse saldırırım. Nasıl ama? Güzel plan değil mi? Tamam plan güzel de beni duvardan çekerlerse kötü. Dört beş tane hayvan gibi adam. Bir de merdaneyi kaptırırsak kolu bacağı verirler elime. O yüzden şimdilik en fazla içimden küfredebiliyorum. Yanlış anlamayın. Korkmuyorum. Konu korkmak falan değil de hani tatsızlık çıkmasın. Ayrıca da bir daha baktım da gayet sevimli adamlara benziyor.’
Mizahın yer almasına örnek babından verdiğimiz parçada dikkat çeken bir unsur da öykülerde ses motifine özel önem verildiği. Anlatıcı, bazı hikayelerde sesten, gürültüden ziyadesiyle etkilenir ve bu durumu ince ince eleştirir.
‘Taşın Dediği’, her okumada farklı keşiflere yelken açan, farklı tarzları bünyesinde barındıran, Recep Seyhan’ın, ‘ küçük adamların büyük hikayelerini anlatıyor’ ve Mehmet Fırat Pürselim’in ‘ Gabriel Garcia Marguez günümüzde Ümraniye’de yaşayan genç bir yazar olsaydı muhtemelen Taşın Dediği’ni yazardı’ dediği nitelikli bir ilk kitap olmuş. Recep Kayalı’nın yeni öykülerini heyecanla beklemek kalıyor bizlere…