Biliyorsunuz her sene kasım ayının başında ‘Türkçenin Cenaze Töreni’nin yıldönümünü kutlarız ülke genelinde. ‘Türkçenin Cenaze Töreni’ tabiri D. Mehmet Doğan hocaya ait bir niteleme, aynı zamanda hocamızın yakın zaman önce çıkan, konu hakkındaki tam teşekküllü kitaplarından biri. O gün niye böyle bir karar alındı, ne oldu, ne bitti?.. kısacası dilimizin serencamını bu müstesna kitapta okuyabilirsiniz. Kulaktan dolma bilgilerle, sloganvari demeçlerle kafa karıştırmak yerine bu kara günün detaylarını adeta bir roman okuyormuşçasına ‘Türkçenin Cenaze Töreni’nde bulabilirsiniz. Yalnız bu kitabı değil hocamızın yakın tarih, klâsiklerimiz, Batılılaşma ve daha birçok konuda kaleme aldığı birbirinden önemli hemen hepsi kült eser kalibresinde müstesna eserlerini de. Hayatını ve eserlerini okuyup düşündüğünüzde onun önemini lâyıkıyla anlatma konusunda tüm cümlelerin beyhude kalacağını siz de görecek ve anlayacaksınız. Aynı çağda yaşamakla/tanımakla, aynı havayı solumakla mesut olduğum, kendimi şanslı saydığım ve en önemlisi şükrettiğim olduğum kaç mütefekkir/âlim sayabilirim ki?
D. Mehmet Doğan hocamızın Türkçemize dair kitaplarından değil bir yazıda sene boyunca tüm yazılarımızda bahsetmeye kalksak herhalde yıllık yazı programımız dolardı. Bazıları abartılı düşündüğümü sanabilir. Övücü ifadelerin ardı arkasının kesilmemesinin nasıl bir manzara ortaya çıkardığının da farkındayım amma velâkin hocama duyduğum saygı, yapıp ettiklerinin ehemmiyeti, müktesebatı, cesareti, adeta tek kişilik bir ordu gibi bitmez tükenmez bir enerjiyle yarım asırdan fazladır harcadığı mesai bu endişemi bertaraf ediyor.
Mehmet hocamız dilimiz hakkında kimsenin konuş(a)madığı zamanlardan bugüne dilimizi dert edinmeye, gündeme taşımaya devam ediyor, Türkçeye kafa yorarak nefes alıyor. Üstelik sadece yazarak ve konuşarak değil, insana ulaşılacak her alanda, sosyal medyada bile…
Birçoğunun Cemil Meriç’in ‘kamus namustur’ sözünü unuttuğu, ‘sözcük(!) böyle kullanıldığında da, başka türlü yazıldığında da anlaşılmıyor mu sanki?’ diye düşündüğü bir zamanda sabırla ve dirayetle Türkçemizi anlatmaya dirayetle devam ediyor. Allah uzun ömür versin inşallah, AMİN.
Yine bir kasım ayında dilimizin bu kara günlerini anlatmak, dilimizin yarasını deşmek yerine D. Mehmet Doğan ismini hatırlatmak, eserlerinden ve fikirlerinden bahsetmenin daha evlâ olduğunu düşünüyorum.
Hocamızın maarifi de işin içine katarak yazdığı; her zamanki gibi canlı, canlı olması yanında dil yaresi taşıyanları yine hüzünlendirecek bir yazısını köşemde paylaşmak istiyorum. Benim de yakından takip ettiğim, okurlarıma her daim tavsiye ettiğim, Memiş Okuyucu hocanın omuzladığı, ‘maarifin sesi.com’ adresinde de yayınlanan bu yazıyı aynen aktarıyorum. Aradan çekilirken tafsilatlı bilgilerini www.tyb.org.tr adresinde bulabileceğiniz eserlerini okumanın ufkunuzu genişleteceğine, dilin önemini tüm veçheleriyle dünyanıza katacağına ben bizzat kefilim ve okurlarıma hararetle öneriyorum.
D. Mehmet Doğan hocamıza sevdikleriyle beraber sağlıklı, huzurlu, bereketli bir ömür diliyorum, Türkçemizin/kelimelerimizin lâyıkıyla kullanıldığı/yaşatıldığı güzel günleri görmesini de…
Sizi aziz hocamızın ‘Eğitimin Bilişseli’ yazısıyla baş başa bırakıyorum…
EĞİTİMİN BİLİŞSELİ
Yolculuk sırasında yanıma bir genç oturdu. Sordum, “eğitimci” imiş. Görünüşüne bakılırsa, “pehlivan” demek daha uygun (bizde pehlivanlar ille de ağır sıklet olarak görüldüğü için “atletik” denilebilir). Bakışlarımdan anladı. Meğer “köpek eğiticisi” imiş!
Kelimeler bizi yanıltabilir. Açıklayıcı sandığımız bir kelime tamamen zıddı bir anlamda olabilir. Daha fenası, bizim bildiğimiz, kendi aramızda kullandığımız kelimeler sınırlı bir çevre dışında bilinmeyebilir veya yanlış anlaşılabilir.
Kelimelerle mutabakatımızı koparalı çok oldu. Dil devriminin üçüncü ve en öldürücü safhasındayız. 1. Safha 1930’ların başında idi. Kelimeler yasaklandı, yerine kullanılacak uydurma kelimeler küçük bir kılavuz olarak yayınlandı. Gazetelere bu kelimelerin kullanılması yönünde talimat verildi. Gazetecilerin “başüstüne” demekten başka çaresi yoktu.
1.Safha Cumhuriyet öncesi edebiyattan kopuşla sonuçlandı.
2. Safha 1940’larda, Milli Şef İnönü’nün talimatıyla yapılan işlerdir. Semereleri 1950’lerde, bilhassa 1960’dan sonra görülmeye başlandı. Çünkü öğretim sistemi bu yeni kelimler üzerinden yürütüldü. Sonuç, ilk dönem Cumhuriyet edebiyatı gençler için anlaşılması güç bir alan haline geldi. Necip Fazıl’ı, Nazım’ı, Peyami Safa’yı, Tanpınar’ı kolaylıkla anlayamayan bir nesil yetişmeye başladı.
Şimdi dil devriminin. 3. Safhasındayız. Cumhuriyetin ikinci nesil edebiyatçıları da anlaşılmaz hâle geliyor.
Bu bir iddia değil, müşahededir! “Akademik” makalelere bakıyorum, dilde hiç bir ölçü yok. İstediğin kelimeyi istediğin gibi kullanabilirsin. Uydurulanlardan herhangi birini anlamını fazla bilmeden kullanabilirsin, hatta kendin istediğin gibi uydurabilirsin. Buradan bakınca türkçenin hiç bir kuralının olmadığını, belirsiz, tamaman keyifi bir dil olduğunu düşünmemek için bir sebep yok.
“Türkçe değil mi, uydur uydur söyle!” İlk ve ortaöğretimde kullanılan kitaplara bakıyorum, aynı minval üzere.
Türkçede mutabakat olmayınca, bilgide de mutabakat olmaz; fikirde ve işte de birlik olmaz. Zihnî karmaşa devam eder. Bir dil doksan yılda bu kadar büyük değişikliğe maruz bırakılamaz. Tam da Cemil Meriç’in dediği gibi: Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz…
Diline sahip çıkmayan, kurumlarına sahip çıkamaz.
İşin temelinde maarif var! Tabii şimdi “maarif” yok, eğitim var! En başta eğitim kaypak bir kelime! Bana bir yetkili “eğitim”in mânasını net olarak açıklayabilir mi?
Bu kelime “terbiye”ye karşı uyduruldu, 1935’te. Çünkü terbiye (Rab’la aynı kökten) dinle ve ahlâkla ilgili görüldü. Fakat hiçbir zaman eğitim terbiyeyi karşılayan bir kelime olamadı. Şimdi bakanlığın adındaki eğitim “terbiye” anlamına mı kullanılıyor? Peki nedir eğitim? Maarif alanındaki bütün kelimeleri karşılayan muğlak bir kelime!
Yetiştirme-eğitim, terbiye-eğitim, tahsil-eğitim, tedris-tedrisat eğitim, talim eğitim!
Maarif zaten eğitim, çünkü bakanlığın adından o çıkarıldı, bu konuldu!
Türkiye öğretim sistemini dilini düzeltmeden düzeltemez!
Bir takım anlam alanı belirsiz, yerleşmemiş kelimelerle nereye varılabilir. Bir “yetkili”nin konuşmasından aktarıyorum:
“İnsanı insan yapan özelliklerden biri de bilişsel gücüdür. Bu gücüyle diğer canlılardan üstün hâle gelerek, onları egemenliği altın alır…”
Okuyucularımızın kaçı bu kelimeden haberdar ve anlamını biliyor?
Biliş, sözlüklerde bilme, iyi kavrama vâkıf olma, vukuf, âgâhlık olarak açıklanıyor. Buradan “bilişsel”in mânası çıkarılabilir mi? “Bilişsel”in TDK sözlüğündeki “bilişle ilgili, zekânın işleyişiyle ilgili” açıklaması sizce yeterince açıklayıcı mı?
Açıklayıcı olmamali ki, tarife “kognitif” kelimesi eklenmiş.
Kognitif, batı dillerinde yüzyıllardır durduğu yerde duruyor. Kimse değiştirmeye, kafasına göre kelime uydurmaya kalkışmıyor. Peki cognitive nedir?
Eski sözlükçülerimiz, felsefecilerimiz bu kelimeyi “idrak”le bağlantılandırmışlar. “İdrakle ilgili, idrak edilebilir” iyi bir açıklama olabilir.
Burada duralım: Mezkur konuşmada “İnsanı insan yapan özelliklerden biri de idrak etme gücüdür” denilmek istenmiş olabilir mi?
“Bilişsel” bir sıfat. Bu kelimenin isim şekli kognisyon. Peki cognition ne olabilir? “İdrak kabiliyeti” olarak açıklanabilir bu kelime. Fakat tam tekabül ettiği kelime nedir? “Marifet”.
Maarifi attık, marifeti yok saydık. Şimdi anlamları belirsiz kelimelerle konuşmaya, yazmaya ve düşünmeye çalışıyoruz. Hatta maarif sistemi kurmaya yürüyoruz!
“Ârif olan anlar” diyeceğiz de, ârif de sizlere ömür?