Rahmetli Barış Manço’nun “Domates, biber patlıcan” diye bir şarkısı vardı. Bu şarkının nakaratı şöyleydi;
"Domates, biber, patlıcan / Domates, biber, patlıcan"
“Bir anda bütün dünyam karardı /Bu sesle sokaklar yankılandı / Domates, biber, patlıcan"
Bir zamanlar, “Domates, biber, patlıcan “diye bir sebzeci sokaktan geçtiğinde, mahallede kadınlar, yaşlı amcalar doluşurlardı tezgâhın başına…
O tezgahlarda sebze olurdu, meyve olurdu türlü türlü…
Hiç almadım diyen her birinden birer kilo alırdı.
Elli lira verdiniz mi, mutfaklar dolar taşardı.
Ya şimdi?
O meşhur elli lira bir tek ürüne yeterse ne mutlu!
Kilo denen o bolluk, o bereket, o zenginlik, o mutfak güldüren ortalarda yok…
Gel diyorlar, rica minnet dahi gelmiyor. Getiremediler bir türlü…
Onun yerine yarım kilo var…
Meydan yarım kiloya kalmış görünüyor.
O da fırsat bu fırsat deyip atılıyor ortaya….
Varsın kilo olmazsa olmasın, ben varım onun yerine, az al, öz al, cebinde paran kalsın diye nağme çekiyor!
Haksız mı?
Pek de sayılmaz…
*****
İşin buruk ve hazin bir tarafı daha var…
Avrupa usulü bir türlü alışamadığımız, içimize sinmeyen, zorumuza ve ağırımıza giden tane ile alma dönemi kapılarının ardına kadar açılmış olması…
Nasıl açılmasın ki?
Her şey ateş pahası…
Domates 40 lira…Biber seksen…Patlıcan 65 lira…
Şarkıda olduğu gibi bir anda dünyanız kararıveriyor.
Sokaklar ahlarla, sorgulamalarla, imkansızlıklarla yankılanıyor.
Ne mi yapıyor insanlar?
Kimi kaç para diyor, kimi kaç lira?
Kimi marketten ucuz diyor, kimi falanca markette daha ucuz diye giriyor araya…
Sabahtan akşama kadar market gezen insanların her biri ekonomist artık.
Nerde ne ucuz biliyorlar. Bilmek zorunda olduklarını düşünüyorlar. Bu sayede ceplerindeki parayla birkaç farklı ürün daha alma imkânı elde ediyorlar.
Sebze satanlardan fiyat alanlar ya dur bekle diyor yahut örtüyor kapısını penceresini…
İllaki alacağım diyenler ise, en alt limitten gidiyor, birer tane alıyor.
Nasıl mı?
Bir domates, bir biber, bir patlıcan!
Yanına bir patates, bir kabak…
Ne geldi aklınıza?
Türlü…Mevsim türlüsü diyenlerde var bu arada…
*****
Türlüyü sever misiniz?
Hani yesen bir türlü, yemesen bir türlü derler ya…
Olsun da türlü olsun mis gibi sebze yemeği, ben zaten yemek seçmem diyene ne denir?
Afiyet olsun.
Bu arada laf uzadı, mevzu dallandı budaklandı…
Neyi mi unuttuk?
Soğanı…
Orta boy bir adette kuru soğan olmalı…
Diyeceksiniz ki bunun yanına cacık iyi giderdi…
Giderdi gitmesine de…
Evde biraz yoğurt olsaydı!
En az bir tanede salatalık…
Bir iki dişte sarımsak…
Bitti mi?
Birkaç fiske tuz…Bir tane de ekmek…
Madem mevsim türlüsü, yağ mutlaka lazım….
Ağanın eli tutulmaz babından bir çay bardağı da çiçek yağı…
Pul biber cinsinden de bir şeyler lazım.
Sende çok olmaya başladın, diyen olur mu?
Varsın olsun…
Bugüne bugün türlü yapılıyor.
İçinde yok, yok…
Ne diyorlardı, sen paradan haber ver.
Marketlerde ne arasan var, her taraf lebalep dolu…
Yemeğin adı türlü…
Ölçtük, biçtik, tarttık….
İşin içinden çıkamadık bir türlü…
*****
İbrahim Tatlıses, “Türlü türlü” türküsünde ne diyordu?
“Sen gelmezsin bir türlü / Dertlerim türlü türlü / Nice dertleri çektim / Bu başka türlü”
Millet dertli, millet kederli, efkâr basmış, felek vurmuş, gelmesi gereken, sorması gereken gelmez bir türlü, sormaz bir türlü, işi çok türlü türlü…
Ahali dese bir türlü, demese bir türlü.
Dinleyen olmayınca, derdini anlatamadı bir türlü…
Muzaffer Sarısözen’in derlediği kaynak kişi Selahattin Mazlumoğlu’nun olduğu “Makaram sarı bağlar” diye bir türkü vardı.
Televizyonların olmadığı, bilinmediği zamanlarda radyolarda çalardı.
Ne diyelim, o satırlara nazire olsun diyerek iki beyitte biz söyleyelim.
“Makaram sarı bağlar, zam ağır millet ağlar / Güvendik karlar yağdı, umurunda mı dağlar?”
“Makaramda ipliğim / Cepte yok meteliğim / Hiç aklımdan gitmiyor/ Günlerce aç gezdiğim”
*****
Bir türlü kendimize gelemedik.
Yalan dünya türlü türlü oyunlarla geldi dikildi karşımıza.
Bir türlü gülmedi yüzümüz.
Bir türlü oh diyemedik, dinlenemedik, gün yüzü göremedik, bizi sevdiklerini söyleyenlerle bir türlü barışmadı yıldızımız.
Gönlümüzden geçen bu değildi dediler durdular hep. Neydi o gönüllerinden geçen bir türlü ne öğrenebildik ne de bir açıklayan oldu.
Ne sevdiğin belli ne sevmediğin türküsüne döndü halimiz.
-