Son günlerde beni ziyadesiyle rahatsız eden bir mevzuu var. Bunu siz kıymetli okurlarla da paylaşmak istedim.
Ünlü yakıştırması yaptığımız isimlerin özel ve iş hayatlarıyla hiç olmadığı kadar yakından ilgileniyoruz.
İlgilenmekle de kalmıyor takip ettiğimiz o hayatları ısrarla yaşamanın derdine düşüyoruz.
Son olarak bitmiş, ama hâlâ dumanı üstünde bir birlikteliği ele almışız, evirip çevirip ne olduğunu çözümlemeye çalışıyoruz.
Evet evet, Serenay Sarıkaya ve Cem Yılmaz ikilisinden ve bitmiş ilişkilerinden bahsediyorum.
Bu iki ismin ne yaşadığı ya da birbirine ne yaşattığı zerre umurumda değil. İlgim varmış ve buna binaen kalem oynatıyormuş gibi algılanmak da istemem, bunu ayrıca belirteyim.
Fakat anlamlandıramadığım şey şu ki; biz bu birlikteliklerin tam olarak neresindeyiz?
Birinin yediği yemek, gittiği mekân, bindiği araba, oturduğu semt, taktığı saat, sıktığı koku, yaşadığı birliktelik bizi neden bu kadar ilgilendiriyor?
Neymiş efendim Cem Yılmaz sosyal medya hesabından Serenay Sarıkaya’ya bel altı göndermelerde bulunuyormuş.
Ve buna mukabil Serenay Sarıkaya’da boş durmuyor, Cem Yılmaz’ a ince görsel zinciri oluşturuyormuş, falan filan.
Dostlar, insan neye talip olduğunu bilmeli.
Eğer bilmezsek, bilinçsizce talip olduğumuz o şey her ne ise bütünlük halinde ondan oluveririz.
Olduktan sonra da bunu ivedi bir şekilde dönüştürmek -müspet ya da menfi hiç fark etmez- imkânsıza bir adım uzaklıkta olsa gerek.
Bunu hesaba katarak bir şeylerin üzerine eğilmeliyiz.
Aynı şekilde gördüğüm bir başka saçmalık ise Ak Parti Manisa Milletvekili Bahadır Yenişehirlioğlu’nun koluna taktığı saat mevzuu.
Toplanmış karşı mahallenin çocukları, çıkmışlar saatin üstüne, tepiniyorlar da tepiniyorlar!
Birincisi; bu adam yıllardır milletvekilliği yapmıyor. Ve dahi milletvekilliği yapmadan önceki kariyeri de bir hayli parıltılı.
Hoş birkaç dönem üst üste milletvekilliği yapmış olsa bile aldığı maaş yekununu bir saate bağlamaz herhalde öyle değil mi?
Öyle bile olsa zerre-i miskal kadar bizi alakadar etmez!
Bakınız,
Bizim kendimizle ve kendi işimizle uğraşamama hastalığımız var.
Bu hastalığın üzerini örtüp dikkatleri farklı bir yöne çekmek adına bu tür meşgalelerle kendimizi avutuyoruz.
Nitekim yukarıda vermiş olduğum iki örnek de buna delildir.
Gelin mevzuuya bir de şu açıdan bakalım:
İşinin hakkını verip, prensiplerini harfiyen uygulama makamına koyan bir marangozun ünlü olduğunu hiç gördünüz mü?
Ya da bir çaycının insan ilişkilerinin fevkâlede olması münasebetiyle el üstünde tutulduğunu ve dilden dile dolaştığına hiç şahit oldunuz mu?
Asıl ünlü olması gereken insanlar, işte bu insanlar.
Ama biz olanı olmamış, var olanı yokmuş gibi saymayı pek iyi biliriz.
Efendiliğe ve mütevazılığa dair ne varsa askıya alır, şaklabanlığa ve sümsüklüğe el çırparız.
Ahlaken ortaya serilen pespayeliği kucaklar, hiç bırakmayız.
Yaparız da yaparız.
Yazının başlığıyla müsemma vardığımız nokta sorunsallıktır.
Bu sorunsallığı da şeffaf kılabilmek için insana dayalı hareket bütünlüğünü parçalamak gerekir.
Bu nokta da hemen Nurettin Topçu’yu anmak isterim.
Şöyle der Topçu:
“İnsanın kendi dışına çıkma gayreti, sonradan kazandığı bütün eğilimlerine, bütün uzvi alışkanlıklarına karşı mücadele etmekten ibarettir. Hareket saf bir kendiliğinden oluş değil, engellenmiş bir kendiliğinden oluştur. O, ferdi iradenin âdeta bir özeti gibidir. İnsan, kendini ancak hareketin içinde tanır ve sonra hareket ondan bir yaprak gibi kopar.”
Topçu’nun bu ifadelerinden şunları rahatlıkla çıkarabileceğimi düşünüyorum:
İnsan öncelikle yavaşlayacak ve kendini tanımaya çalışacak. Sonrasında ise kendinden olanlarla birlikte alem zenginliğine doğru ahlaken sökün edecek.
Sonrası malûm…
Olmamız gerekene doğru koşar adım ilerleyiş.
Selâmetle…