Üslup konusunu dert edindik kendimize ve derman için aynı dertten muzdarip olan ustaları örnek almayı zorunlu kıldık kendimize. Mesela; “Üslubun kimliğindir…” diyerek kapıyı aralar Cemil Meriç. Ve bu açılan üslup kapısından içeri girdiğimizde Oğuz Atay karşımıza çıkar ve şöyle der; “Meselelerimizi çözmek için kendimize has üslubumuzu bulmak zorundayız. Duygularını ifade edebilmek için bakkal, bakkal gibi, bahçıvan da bahçıvan gibi düşünebilselerdi keşke…yazık ki her zaman birinci sınıf bir bakkal, dördüncü sınıf bir edebiyatçının üslubuna özendiği için edebi bakımdan hor görülmeye mahkûm kalırlar.” Evet alanında en büyükler safında yer almış her üstat bu ve buna benzer şeyler söyler; “üslup ve nev’i şahsına münhasır olmak” ile ilgili olarak. Bu üstatların, kendileri dışında biri olmak gayreti hiçbir zaman olamaz, çünkü kendileri zaten kendi destanını kendi yazanlardır. Ve şöyle özetler John Berger; “Neysem oyum…bundan fazla bir vaadim yok…”.
Daha sonra kendi üslubuna erişmenin en güzel ve asil yollarından biri olan sanat ve edebiyattan dem vurmuştuk. Gerçek sanat ve edebiyat ile erişilebilecek maddi – manevi fersahlardan bahsettik.
Sonra sormuştuk, “Peki nasıl ulaşacağız gerçek sanata ve edebi eserlere?”
Edebiyatın, gerçek sanat eserlerinin en büyük özelliği şahsi kanaatimce; edebi yolda yürüdükçe daha büyüklerine ve özellerine ulaşma imkânını sunmasındadır. Bu havada kalan, soyut bir söylemmiş gibi gelebilir kulağa, fakat her zaman gerçekliği kabul gören bir teoridir bu. Eğer ki amacımız daha iyisine, daha güzeline ulaşmaksa ardı ardına kapılar açılır önümüzde. Önceleri okumaktan ürktüğümüz her yazar/her eser bizi çağırır şefkatli bir öğretmen gibi…Ve ”Gel” der “korkma sana anlatacaklarım var”. Gidersen anlatır da sabırla söyleyeceklerini. Sözü bittiğinde ise başka bir durağa gönderir seni hemen “ Git der onda da bende olmayan şu bilgiyi bulacaksın , çal kapısını, al alacağını…” bu şekilde devri-daim ile iyi kitaptan güzele ve dahi en mükemmeline ulaştırır. Günümüzün internetteki kişiyi takip sistemi gibidir tabiri caizse. Bir reklama bakarsınız bir an, sonra sürekli olarak o reklamla alakalı başka ürünler, muadilleri veya o ürünü tamamlayan farklı farklı ürünler çıkar karşınıza …
Sonra, zamanla; kaliteliyi, üslubu ve doğru kelimeleri ayırt eder duruma gelir gözlerimiz. Ve elması camdan ayırt edebilen bir usta oluveririz.
Aynı şey görsel sanat eseri için de geçerlidir. Önce amatörce yapılan kopya bir esere bakıp ondan hoşlanırsınız. Daha sonra gerek galerilerde gerek kitaplarda gerekse online ortamlarda gerçek sanat eserlerine baktıkça gözleriniz bize neyin sanat , neyin dekoratif bir obje, neyin taklit veya neyin kiç (kitsch: zevksiz, kökeni belirsiz estetik değer taşımayan tasarım anlayışı) olduğunu söyler. Bu ayırt edebilme yeteneğine erişmek için ille de sanat eleştirisi yapacak boyuta veya derin sanat tarihi bilgilerine filan gerek yoktur. Hatta sanata yeteneğimizin olması da gerekmez. Sadece zamanla esere bakarak ayrıntıları keşfetmeyi öğreniriz.
Aslında bu durum günlük hayatımızın içinde de vardır. Meselâ; her gün işe gittiğiniz yoldaki ağaçların farkına varmayız çoğu zaman ve o yol bizim için sadece “İşe giden yorucu ve bunaltıcı bir yol” dur. Veya ikinci seçenek olarak estetik duygumuzu geliştirdiğimiz zaman ise; “o ağaçların mevsimsel renk değişimlerinin ve üzerlerindeki muhteşem senfonilerini bize sunan kuşların” farkına varırız. O yol hâlâ “ yorucu işimize giden yoldur” evet ama bu farkındalığa eriştiğimiz zaman bu güzellikler bize, bir anlığına bilse olsa, nefes almamıza ve insan olmanın güzelliğinin farkına varmamıza yardımcı olur. Değil mi ki “İnsan, Cenab-ı Hakk’ın suretinden yaratıldı”. Belki de estetiği koruma kaygımız; yaşadığımız çağda, böyle büyük bir gerçeğin unutturulmaya çalışılmasına karşı insanca bir karşı duruştur. Evet sanat hayatı değiştirmez belki ama, tekrar etmekte fayda var ki, bizi tüm zorluklara karşı dayanıklı kılar, hem fiziksel hem de psikolojik olarak.
Okumaya, sanatla ilgilenmeye çok mu vakit ayırmamız gerekiyor? Hayati zorunluluklardan, işimizden, ailemize ayırdığımız zamandan feragat mı etmemiz gerekiyor? Net bir şekilde söylersek: Hayır!…Bunun içinse kişiye ne yapması gerektiğini madde madde sayarak “öğüt verene” dönüşmeye çalışmak haddimize düşmez elbette. Burada bir parantez açarak bir konu hakkında şu alıntıyı eklemek isterim. İsmet Özel şöyle der: ”Kendi bakış açımın doğru olduğuna birilerini ikna etmek benim vazifemin içine girmiyor. Çünkü birilerini bir şeylere ikna etme çabasının o kimseleri gütmeye çalışmasının bir başlangıcı olduğuna inanıyorum. Kimse kimseyi gütmesin…”Buna göre bizim ki sadece küçük birkaç tecrübe aktarımından ibaret olabilir sadece…
Mesela; özellikle genç arkadaşlarımız için, sosyal medya hesaplarında bir- iki uluslararası veya ülkemizdeki büyük müze ve galerilerin sayfasını tıklayarak eserlere saniyelik de olsa bakmak, merak ettiğimiz ilgimizi çeken sanatçının gerek yaşam öyküsüne gerekse diğer eserlerine göz atmak, sanat katalogları veya kitaplarını incelemek, gazete ve dergilerin sanat köşelerini takip etmek, varsa şehrimizdeki galerileri en az ayda bir ziyaret etmek ve hatta çocuklarımızı bu galeri ortamlarıyla tanıştırmak, tatile- geziye gittiğimiz şehirlerde yine şehre özel sanat ortamlarını ziyaret etmek gibi çok küçük nüanslarla sanat ve estetik algımızın, zamanla ne kadar değişebileceğini görmek çok tatmin edici olacaktır hepimiz için…
Aynı şey kitaplar için de geçerlidir. “Hangi eseri, nasıl okuyacağız?” konusu başlı başına ders niteliği taşır aslında. Bunu öğreten öğretmenlerin en önde gelenleri ise usta yazarlardır. Ustalar ne yapıyor, ne okuyor, nasıl yazıyor soruları zaten başlı başına araştırma konusudur.
Bu örnekler-öneriler çoğaltılabilir elbette. Ve de en önemlisi şehrin önde gelen yöneticileri, siyaset ve iş adamları konu hakkında ne yapabilirler? Veya niye bu konuda çalışma yapma zorunlulukları vardır?
Hepsi soru üstüne soru getirir ki araştırması bile edebi zevke haizdir…
Yüreğimizden geçeni kaleme dökebilmek ise nimetlerin en büyüğüdür. Şükür olsun bu fırsatı verene o vakit…