Aslında bu hafta geçen yazımda başladığım “Sultan Abdülhamid’e Darbe” yazımın devamını yayınlayacaktım ancak güncelliği nedeniyle bir zamanlar kaynağından beslendiğim Rahmetli Necip Fazıl’ı anmak ve hatıralarımı paylaşmak ihtiyacı duydum.
Üstatla ilk irtibatım Kayseri şehir merkezinde, 1968’de, henüz ortaokulda bir öğrenci iken olmuştu. O zamanlar henüz çocuk denecek yaşta idim ve dava nedir, ideoloji nedir, fikir, düşünce, savunma, çile, eylem, azap, şair-şiir nedir pek bilmediğimiz bir dönemdi ve Üstadı o dönemde tanıdım.
Ankara’da okuyan ve lisede talebe olan amcaoğlumun, “Üstad geliyor, onu dinlemeye gideceğiz” dedi. “Üstad da kim abi” dediğim de, “Üstad da bilinmez mi, şairlerin sultanı, DAVA VE ÇİLE ADAMI” demişti. Bırakın üstadı, şair, dava, çile ve doğrusu üstadın da ne olduğu hakkında bildiğimiz yoktu. “Gidince görürsün, ama hazırlan” dedi, Abim. Ne dediğini ve ne olacağını pek anlamadım ama yaşıyım bir akrabam ile mecburen konferansa gitmeye razı olduk.
Akşam Kayseri’nin en iyi sinemalarından olan o zaman ki adıyla Taş Sinemasına gittik. Erken gitmemize rağmen arkalarda, ayakta bir yer zor bulduk. 14 yaşında henüz bir çocuğun, heyecan dolu bir ortamda ilk defa bulunduğunu bir düşünün.
Nihayet “beklenen adam” geldi. Zayıf, çelimsiz, yavaş yavaş yürüyerek, tahta masa arkasında eski tabirle tahtadan kahvehane sandalyesine oturdu. Etrafa şöyle bir bakındı. Cebinden muhtemelen Yenice sigara paketini çıkardı, yavaşça açtı, bir sigara aldı; ağzına götürdüğü anda, etrafında bulunan 10 kadar gencin aynı anda yanan çakmakları adamın sigarasına yöneldi ve birisi yaktı.
Adam, konuşmaya başladı, o cüsseden inanılmaz tokluk ve sertlikte bir konuşma. Konuştukça açıldı, açıldıkça heyecan arttı, sinema salonu ve koca bina sanki hop oturup, hop kalkıyordu. Doğrusu konuşmadan pek bir şey anlamamıştım ama çok heyecanlanmıştım. 50 sene evvelden aklımda kalan tek bir cümleyi hiç unutmuyorum: “beyler, tarihimizdeki sahte kahramanları görmek istiyorsanız, pulların üzerindeki resimlere bakınız”.
Aradan yıllar geçti. Ankara’ya üniversite okumak üzere gittim. 5 sene önce aldığım o ateş alevlendi, büyüdü, benliğimizi ve çevremizi sardı. Ankara MTTB’ye gitmeye ve çevre edinmeye başladık. En çok merak ettiğim Üstad ile yeniden karşılaşmaktı. Önceden pek bir şey anlamadığım O Adam’ı daha iyi anlamak için eserlerini okumaya, Çile’den şiirler ezberlemeye başladık. Bazen bunu gruplar halinde yapıyor, şiirlerinden ezberleme yarışlarına katılıyorduk
1975-80 arası sıkıntılı yıllardı. Sağ-sol kavgasının doruğu idi ve o halde okumaya çalışıyorduk. O’na göre sağ-sol: Camızın sıç…nın ikiye bölünmesi idi. Yıl 1977. Üstad, Bahçelievler son durakta bulunan, Arı Sinemasında konferans verecek. Organizasyon komitesinde idim ve kalabalık bir grup halinde Üstada eşlik ettik. O’na yaklaşmak pek kolay olmuyordu. O zamanın gençliği devamlı hareket halindeydi. Kaynıyor, köpürüyor; hareket, sadece fikirde değil, eylemde de oluyordu. Diyordu ki:
“Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri!
Sadece beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!”
İnsanı aşılıyor, beynimizi zonklatıyor, sorgulatıyor, çatlatıyordu, Üstad. Onda gevşeme ve taviz yoktu. Tüm yatırımını gençliğe yapıyor, gençliği DAVA ADAMLIĞINA hazırlıyordu.
“İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!”
İşte o zamanın gençliği geleceğe böyle hazırlandı. Çile çekti, zindanlarda kaldı; yılmadı, yıldırdı, korkmadı, korkuttu; devri sabık, mürteci, geri adam damgaları yedi, ancak gençliği onda yükseltti.
Ey zamane gençliği, siz şimdi çok rahatsınız. Bu zamanlara kolay gelinmedi. Bedeniniz ve beyniniz zonklasın ki, elinizdekilere sahip çıkın. Kolay alınan, kolay verilir de! Ruhun şad olsun Üstadım.